Okuyorum, okuyorum, okuyorum...
Tabi ki okunacak gazeteleri. Kalmış üç beş tane cesur yazarı... Şimdilik Bodrum’dayım, turnelere buradan gidip geliyorum. Okuduğum, okuyabildiğim dört gazete var; “AYDINLIK”, “SÖZCÜ”, “CUMHURİYET” ve “YURT.”
Peki diğer gazetelere ne oldu?
Gazetede gördüm; bir okur; “Hürriyet Gazetesi sabahları eve ekmek gibi, kahve gibi girerdi. Evin ihtiyacıydı, vazgeçilmeziydi” diyor ve ekliyor; “Artık benim evime giremiyor.”
Halkın karşısında güvenilirliğinizi kaybetmeyeceksiniz ve bu güven bir kez kaybedilir. Ben, Yılmaz Özdil’den vazgeçemediğim için O’nu takipteyim ama internetten. Ben, gazeteleri gazetelerden okuyanlardanım. Elime aldığım zaman önce koklarım onları... Mürekkep kokusu, işçinin, yazarın, emekçinin teridir. Sabah erken saatlerde koştura koştura gidip okuyacağım gazeteleri almak heyecan veriyor bana, ama küs olduğum gazetelerin yüzüne bile bakmıyorum.
Deniz Feneri
Yolsuzlukların odak noktası... Üzerini tam olarak örtemiyorlar da; zaman aşımına uğratmak için süründürüyorlar konuyu. Zait Akman serbest bırakıldı çünkü Akman, buz dağının görünen ucu. Ola ki fazla sıkarsanız, bazı isimleri verebilir; anlarsınız ya! Akman’ı suçlu bulan, O’nu içeri atan iki yargıç ise kodesi boyladı; yani, Akman dışarıda, yargıçlar içeride.
Amasya’da bir yargıcı, hakça karar verdiği için İstanbul’a, ardından da Antep’e sürüyorlar; tabi ailesiyle birlikte. Sorarım size, bu değerli yargıcımızdan adilane kararlar vermesini bekleyebilir miyiz? Zira hakça karar verirse işinden olacak bu kez. Zaten birini, diğerine ibret olsun diye sürüyorlar!
Silivri Cezaevi
Yakın takipçisiyim Silivri’nin; olup biteni biliyorum. İçerideki dostların sıkıntılarını yazıyorum zaman zaman; hatta tiyatro oyunumun bir bölümünde oynayarak dile getiriyorum. Adalet bakanı birçok gazeteciyi peşine takıp, gezdirdi Silivri Cezaevlerini. Bakana göre her şey dört dörtlük; adeta lüks bir otel! İnsanlar içeride yediklerinden zehirlenirken, kışın rutubetli hücrelerinde soğuktan donarlarken, hastalar hastanelere sevk edilmezken, doktorlar hasta tutukluya korkudan rapor veremezken, musluklardan çamur akarken ve havalandırma kanallarından lağım kokuları gelirken, onlarca gazeteci Silivri Cezaevlerini neredeyse öven yazılar yazdılar ve olaya, Bakan’ın gözüyle bakmayı yeğlediler.
Askerlik döneminde acemi eğitimimi İskenderun’da yapmıştım, ardından ver elini Kasımpaşa, İstanbul. Yatakhaneler o kadar kirliydi ki anlatamam; çarşafların ve yastıkların rengi siyaha çalıyordu ve ortalığı fare ölüsüne benzer bir koku kaplamıştı . Bu çarşaflara temas etmemek için elbiselerimizle yatar, üzerimize de paltolarımızı örterdik. Halimiz bu kadar acıklıydı... Ansızın, “komutan teftişe gelecek” diye bir anons yapılır, bütün çarşaflar ve yastıklar yeni ve temizleriyle değiştirilir ardından komutan gelir; “Memnun musunuz asker?” diye sorar; biz de hep bir ağızdan “memnunuz sağol” diye bağırırdık. Komutan çıkar çıkmaz kar gibi beyaz çarşaflar, eski kirlileriyle değiştirilirdi. Bu bir oyundu ve bunu komutan da bilirdi, biz de bilirdik ama hep birlikte oynardık bu oyunu. Adalet Bakanı, kendisinin de çok iyi bildiği bu oyuna gazetecileri de dahil etmiş ve herkesin bildiği bu oyunu hep birlikte oynamışlar.
Beyler beyi
Beyefendinin gözü, Cumhurbaşkanlığı’nda... Ne var ki makamın yetkileri kesmiyor efendimizi, bunun için de “Başkanlık” sevdasında... Peki, nasıl yapacak bunu? BDP’nin hatta MHP’nin oylarına da ihtiyacı var. Pek olacak gibi görünmüyor; galiba Başbakanlığa devam! Bülent Arınç Efendimiz ise, on yıl daha iktidar olacaklarından emin... On yıl daha “Dindar ve Kindar Gençler!” yetiştirmeye devam. Onların istediği, biran önce “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”ne ulaşmak... Okumayan, bilmeyen, her türlü kültürden uzak; sürekli, efendilerinin emir ve buyruklarına kayıtsız ve şartsız itaat eden bir gençlik! Ali Sirmen’in de dediği gibi “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” değil de “Uyumlu İslam Cumhuriyeti”...
Canan Barlas
Programında, “Devlet Tiyatroları” ve “Şehir Tiyatroları”nın kapatılması tartışılıyor. Tabi ki Canan Barlas kapatılmasından yana. Yandaşlığı, bu düşüncede olmasını gerektiriyor. Para kazanmak kolay değil! Ülke bu haldeyken, sistemden nemalanan ve hiçbir konuda o mübarek ağzını açmayan Ali Poyrazoğlu, nasıl olduysa bu kez Tiyatroları savunuyor o kulakları tırmalayan cılız sesiyle.
Canan Hanımcığım, “zarar ettikleri için tiyatroların kapatılması iyi oldu” diyorsun ancak devlet, kâr etsin diye yapmaz; yapmak zorundadır zira. Tiyatro okuldur, ibadethanedir. Diyanet İşleri’nin ödeneği ortada... Kâr mı ediyor, etmiyor... Peki kapatacak mıyız?
THY de zararda. Acaba Sayın Başbakan, Türk Hava Yollarını da kapatmayı düşünüyor mu?
Ali Poyrazoğlu
Geçen gün, tiyatro eski eleştirmeni Dikmen Gürün’le birlikte değerli Tiyatro Yönetmenimiz Müge Gürman’ın başarıyla sahnelediği “Çehov Makinesi” adlı oyuna gitmiş. Şunu belirtmeliyim ki “Çehov Makinesi”, yılın oyunu olmaya daha şimdiden aday. Poyrazoğlu oyunu izlerken yanındaki Dikmen Gürün’ün kulağına oyun hakkında; “Beğenmedim, çok kötü olmuş” diyor... Ben nereden mi biliyorum? Ali’nin hemen yanındaki koltukta benim bir arkadaşım oturuyor. Ali gene yapmış “Ali’liğini”... Kevin Spacey’in oynadığı “Kral III. Richard” adlı oyununda da yerden yere vurmuş, Spacey’i de eleştirmişti. Sonra baktı ki herkes beğendi oyunu, internette bir paylaşım sitesinde ağız değişikliği yaptı. Ali’dir, ne yapsa yeridir!
Fazıl’ın başına gelenler
Fazıl Say aklanmak için adliye koridorlarında dolanıp dururken, bize de sadece “dünya çapındaki bu değerli bestecimizi üzmeyin yeter artık, bize yakışmaz” demek düşüyor. Bildiğiniz gibi Fazıl Say, Ömer Hayyam’ın bir dörtlüğünü Twitter’da hayranlarıyla paylaştığı için arşınlıyor Adliye Binası’nı...
Mustafa Sarıgül
Sevgili Mustafa, her yerde Başbakanla senin paslaştığın konuşuluyor. Söylenene göre, eski Ali Sami Yen Stadı’nın olduğu arazi, senin başkanı olduğun belediyeye bağlı olduğu halde oraya kaçak yapılan binadan söz ediyor herkes.
Mustafa’cığım; hata yaptıkları zaman kendi arkadaşlarımıza da gerçeği sorup öğrenmeyi görev sayarız. Bu konuda lütfen kamuoyunu bir aydınlatıver, yoksa bu şaibe, yakanı bırakmaz ona göre!
19 Mayıs
19 Mayıs adeta gerçek bir şölendi. Gençler, çocuklar, yaşlılar, hepimiz bütün bir ülkeyi Atatürk adı altında birleştirmeyi başardık. O coşku içerisinde hemen dikkati çeken bir şey vardı:
Bizim yürüyenlerimiz katıksız, yürekleriyle yürüyorlar... Kömür, altın, yevmiye, traktör dağıtılarak değil, toplama değil, devşirme değil;
İçten, candan, sevgi dolu...
Anlayacağınız bizim içimizde figüran yok yani... Bilmem, anlatabildim mi?...
Yorum Gönder