Kişi, Dindar Olmadan Önce, Adam Olmalıdır, Adam… - Ali Eralp

Başbakan “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz…” buyurmuş…
Güzel.
Buyurmuş, buyurmasına da…
Peki, bu “dindarlık”ın sınırı nedir? Bir uzunluğu, ağırlığı var mıdır?
Niteliği nasıl olacaktır?
Dindarlığı ölçen, tartan bir araç icat edilmiş midir?
Kişilerin inançlarını sorgulamak isteyenler, bu yargılama hakkını nereden, kimden almışlardır?
Böyle bir hakka sahip midirler?
Çağdaş, demokratik, uygar ülkelerde devletin görevi “dindar bir nesil” yetiştirmek değildir. Devletin görevi, insanların inançlarını özgürce kullanmalarına yardımcı olmaktır?
Bunun adına laiklik denilir.
Laiklik asla dinsizlik değildir. Laiklik, kişilerin düşünce ve inanç özgürlüğünü koruyan bir düzendir.
Atatürk’ün deyişi ile laiklik adam olmaktır.
İlk Mecliste bir gün laiklik konusu konuşuluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis’e başkanlık ediyordu. Meclis’in tanınmış din âlimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla:
“Arkadaşlar bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz ben bu laikliğin manasını anlamıyorum” diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:
“Adam olmaktır Hocam adam olmak!” diyerek Hoca efendinin sorusunu cevaplandırmıştı.
Evet, laiklik adam olmaktır. Kişiler dindar olmadan önce adam olmalıdırlar…
Çünkü laikliğin bulunmadığı, dinlerin egemenlik kurduğu toplumlarda akıldan, bilimden söz edilemez, ilerleme sağlanamaz.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk şunları söyler: ”Bizi yanlış yola sevk eden habisler, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve melanetten (kötülük) gelmiştir.”
Atatürk’e göre en gerçek, en doğru tarikat ”uygarlık tarikatı”dır. “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.” Dinsel tarikatçılık, ülkeleri ”yanlış yollara sevk eder”, çıkmazlara götürür. Çünkü dinlerin egemenlik kurduğu toplumlarda akıldan, bilimden söz edilemez, ilerleme sağlanamaz.
Gerçekleri ve doğruları sadece kutsal kitaplarda arayan, sorunların çözümünü göklerden bekleyen bir siyasal yönetim, ilerlemeyi gerçekleştirip, çağdaş uygarlığı yakalayabilir mi, bu mümkün müdür?
Yüzyıllardan bu yana, kuşaktan kuşağa geçen böyle bir dinci anlayışa karşı Atatürk devrimleri, temelleri bilime ve yaşamın gerçeklerine dayanan çağdaş bir görüş ortaya çıkardığı için çok önemlidir.
Atatürk’ün hedefi, toplumu ve özellikle gençleri ”dinsel âlem” in baskısından kurtarıp öküzün boynuzundan indirilmiş ”maddi dünya” ya çekmek, düşünen beyinler yetiştirmekti. Sonuçta boş inançların yerini akıl ve bilim alacak, uygarlaşmanın temel yöntemi araştırma, inceleme, ”değişim” yoluyla da toplumun çağdaşlaşması sağlanacaktı. Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk şöyle der:
”Biz ilhamlarımızı gökten ve gaibden değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”
Din, devlet ve dünya işlerinden ayrılmalıdır
CHF de (Cumhuriyet Halk Fırkası) Büyük Kongresi’nin 13–14 Mayıs 1931 günlü toplantısında, Atatürk’ün görüşlerini destekleyen şu kararı alır:

”Din anlayışı vicdani olduğundan, fırka (parti), din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.”
(Mete Tunçay, Tek Parti Yönetimi)
Yukarıdaki karar, laikliğin gerçek bir tanımı ve uygulama biçimidir. Atatürk’ten sonra laiklik, yalnızca, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak açıklanmaya çalışılmıştır ki, bu yanlıştır, aldatmacadır.
CHF’nin kararında da belirtildiği gibi, din ancak yaşamın tüm alanlarından elini eteğini çekerek, ”dünya işlerinden ayrılıp” vicdanlara yerleştiği ölçüde gerçek yerini bulacaktır. İşte bu nedenlerden dolayı cumhuriyet hükümeti CHF’nin kararından dört yıl önce, 1927′deki program değişiklikleri sırasında, Arapça ve Farsça ile din derslerini ortaokul ve lise öğretiminden çıkarmıştı.
1924 yılında Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası kabul edildiğinde imam hatip okullarının sayısı 29 iken bu sayı, 1928–30 yılları arasında 2′ye düştü, 1930 yılının sonlarında ise tümüyle kapandı. Çünkü devlet, laiklik ilkesine tam anlamıyla uyarak ikiyüzlü bir davranış içerisine girmeden, dinsel alanlardan ve kurumlardan desteğini çekmişti.
Dinler, inançlar ”vicdanlara terk edilmişti.”
Ne var ki, cumhuriyet hükümetinin bu gerçek laiklik uygulaması siyasete kurban gitti. 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri kondu. 1950′den sonra ise iş iyice çığırından çıktı ve siyasal yönetimler, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için ”din silahı”nı kullandılar. Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar.
İşte AKP, bu din ağırlıklı siyasetlerin ve siyasetçilerin ürünüdür.
Oysa uygar, laik toplumlarda, ortaçağdan bu yana akıl, bilim ön plana geçtiğinden, din tartışmaları ve din güncelliğini yitirmiş, kimse kimsenin dini imanı ile uğraşmaz olmuştur. Bunun sonucunda Batı’da Kopernik’ler, Eistein’ler, Darwin’ler topluma yön verip ışık saçarken bizde Derviş Vahdeti’ler, Said Nursi’ler, Fethullah Gülen’ler pıtrak gibi çoğalıp, politikacılarla birlikte ülkemizi karanlığa gömdüler .

Ali Eralp

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget