Fransızlar, ‘biz’ ve Ermeniler - Oktay Ekinci

20. yy. başlarında Kafkasya’daki Fransa destekli çatışmaların gerçek öyküsü
Babam “Fransızca” bilirdi. 1950’lerde kurmay mektebinde Rusça da öğrenmişti ama asıl övündüğü Fransızcasıydı. Ablam da aynı yıllarda Fatih Kız Lisesi’nde Fransızcayı seçmişti.
Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki hocalarımızın Fransızca bilmeleri ise o kadar yakışmıştı ki… Fransızca aynı zamanda kibarlığın, sanatın, hatta aşkın diliydi. Nice yazarımız, şairimiz, ressamımız, ister gönüllü ister kaçarak, aynı zamanda Parisli olmamışlar mıdır?
Derken “demokrasi”, “insan hakları”, “düşünce özgürlüğü” gibi uğruna nice zorlukları göğüslediğimiz çağdaş insanlık kavramları için de Fransız aydınlarının önderliklerini ve çektikleri çileleri öğrendiğimizde hep merak etmiştim; acaba Atatürk de Fransızca mı biliyordu?

Yanıt “evet”ti...

Nitekim Fransızcanın “Aydınlanma”nın da dili olduğunu sevgili İlhan Selçuk’un Le Monde tutkusundan ve mükemmel Fransızcasından anladım. Biz ise Pertevniyal Lisesi’nden itibaren İngilizceciydik. Beatles’dan Elvis’e müzik ilahlarımızın şarkılarını İngilizce söylemek ayrıcalıktı ama neden Fransızca öğrenmediğime hep hayıflanmışımdır.
İşte böylesi bir geçmişin ardından, şimdi Fransız demokrasisinin “Türklerin Ermenilere soykırım yapmadığını söylemek suçtur” gibi akıl dışı bir yasa yaratmasına inanasım gelmiyor... Gözümün önüne “Fransız Devrimi”, dahası “Paris Komünü” geliyor... Usumdan Victor Hugo’lar, Jean Jacques Rousseau’lar, Emile Zola’lar geçiyor.
Mevlana’yı, Hacı Bektaşi Veli’yi, Yunus Emre’yi ve diğer Anadolu aydınlarımızı tanımayan, ama Descartes’ı, Montesquieu’yü, Voltaire’i, Jean Paul Sartre’ı ezbere bilenlerimiz de az değildir…
Ne kadar sömürgeci olursa olsun, hatta Kuzey Afrika’daki zalimliği bir yana, Antep’imizdeki, Maraş’ımızdaki, Urfa’mızdaki o insanlık dışı işgalciliğini affetmesek bile, Fransa bizim için özgürlüğün ülkesi sayılmamış mıdır?
O kadar ki, örneğin “Fransız kurşunu değmez adama” türkümüzle yetişenlerimizin bile “Legion D’honneur” nişanını almalarından gurur duyabiliyoruz.

Peki, ne yapmalıyız?

Fransızlara, “ama bu yasanız fikir özgürlüğüne aykırı” demek işe yarar mı? Fransa tarihinin aynı zamanda demokrasi tarihi olduğunu, ülkesine yakışmayan Sarkozy bilmiyor mu?
Bu nedenle izlenmesi gereken yol, onlara “düşünceye yasak getirilemeyeceği”ni anımsatmak değil, tarihsel gerçekliğin “soykırım”ı içermediğini inatla ve sabırla belirtmek. Tarihi belgelerle yetinmeyip, “dönemin tanığı” insanlarımızın yaşamöykülerini de unutmadan...
Nitekim İlhan Selçuk bunu bakın nasıl vurgulamıştı: “Çanakkale Savaşı’nı herkes biliyor... Peki, 1915’te Anadolu’nun doğusunda yaşanan savaştan Türkiye’de ve dünyada kimin haberi var?” (27 Nisan 2005)

‘Yaşanmışlık’lar

Babam 1914’te, şimdi Ermenistan’ın olan Gümrü’de doğmuş. Aynı kentteki Azeriler ile Ermenilerin kuşaktan kuşağa “hemşeri”liklerini bozan ırkçı Ermeni “Taşnak” saldırılarının Çarlık Rusyası eliyle Fransa desteğinde gerçekleştiğini ise ayrıntılarıyla yazmıştım. Amaç, Hazar petrollerinin Akdeniz’e ulaşmasını sağlayacak “büyük”(!) Ermeni devletini “Fransız sömürgesi” olarak kurmaktı... (“Aile Tarihimizde Ermeniler”-5 Mayıs 2005-Cumhuriyet)
Son gelişmeler üzerine, o yazımda anlattığım bazı “yaşanmışlıklar”ı da özetleyerek yeniden anımsatıyorum..
Gümrü’deki ilk çatışmalarda dedem Pirçekli Eset (Favorili Esat) 50 yaşlarındaymış. 1916’da “Taşnak kurşunu”yla karnı yarılır... Dökülen bağırsaklarını yıkayıp yerine koyan yakın arkadaşı “Ermeni doktor” karnını diker… Dedemiz, o Taşnak kurşunu iziyle 115 yaşına kadar yaşadı.
Aynı saldırılardan kaçan “Gümrülü Azeriler” kafileler halinde göçerek 70 km. mesafedeki Kars’a gelirler... 16 Mart 1921’de Türkiye-Sovyetler Birliği arasında imzalanan “Moskova Antlaşması”yla kentin sakini olurlar.
İşte halkın “kaç ha kaç” dediği, yaya, öküz arabalarındaki ve at sırtındaki o kış göçü sırasında gecenin soğuğunda donan çocuklardan 4’ü bir “ahır”a bırakılır… Sabaha doğru ineklerin nefes sıcaklığından 2’sinin buzları çözülür ve ağlamaya başlarlar... Arkadan gelenlerin fark edip aldıkları çocuklardan biri de 4 yaşındaki “Dıngılı (küçük) Süleyman”dır. Yani, ahırda dirildikten sonra 85 yıl yaşayan ve 55 yıl “Türk ordusunda subay” olarak görev yapan babam.
Benzer bir durum, aynı ateş altında halamın da başına geliyor… Babaannem Sayalı Mama’mız, Taşnakların kurşun yağmuru sırasında kundaktaki Simizer halayı atının terkisinden düşürdüğünü fark edemiyor. Arkadan gelenler arasında bir yaşındaki halamı karların içinde ağlarken görüp kurtaran ise işte yine o karnını “Ermeni doktorun diktiği” dedem...
“Kaç ha kaç”ı yaşayanlar şu gerçeği sayısız kez anlatmışlardı: Eğer Fransızlar ve İngilizler, Çarlık eliyle Taşnakları silahlandırıp, Türklerin üzerine saldırtmasalardı, 90 yıl önceki “halklar arası çatışma” ortamı yaratılamazdı. Bu nedenle 1915-1918 dramının gerçek suçluları Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusyası’dır....

Oktay Ekinci/Cumhuriyet

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget