Silivri 1 nolu cezaevinin ziyaretçi salonunda tam 1
gün… 15.5 ay boyunca demir tabut dediğim cezaevi aracıyla gidip
geldiğim o esarethaneye ziyaretçi kapısından girmek, bizleri ziyarete
gelenlerin dahi neler yaşayıp ne sıkıntılara katlandığını görmek… 5 ay
öncesine kadar bizzat devlet tarafından, "Onlar gazeteci değil, terörist" denirken aynı devletin, gazeteci kimliğimle içerideki diğer, "Onlar gazeteci değil, terörist" denilenlerle kucaklaşmama izin vermesi… Anlatılır gibi değil!.. O yüzden en iyisi doğrudan Silivri’den haberlere geçeyim.
-Tuncay Özkan Artık Gün Saymıyor-
En önce Tuncay Özkan geldi. Silivri’de 4 yılı bitirdi,
5’inci yıla girdi. Görüşmemiz ikiye bölündü, çünkü hem duruşması vardı
hem de kızı Nazlıcan’la görüşü. Bizi bırakıp Nazlıcan’a koştu, ama
sarılamadı; çünkü kapalı görüş günüydü. Nazlıcan'la bir camın ardından
telefonla görüştü; kimbilir, belki benim İlim’i öptüğüm gibi kızının
yanaklarını camdan öptü.
Davanın devasa boyutunu rakamlarla önümüze koydu;
Şimdilik 19 davanın Ergenekon 'çuvalı'na atılmasıyla toplam 17 bin
sayfaya ulaşan iddiannameler… 500 milyon sayfayı bulan dokuman… Kim
okur, kim bu davaların içinden ne zaman, nasıl çıkar; meçhul!..
Tuncay Özkan’ın ruhsatlı silahları için "yasadışı silah ve mühimmat bulundurma" demişler mesela… Yıllar önce kitaplarında kullandığı belgeleri de "gizli belgeleri ele geçirme"
saymışlar falan. Cezaevinde gün saymayı bırakmış; ama Türkiye’ye, Türk
Milleti'ne dair umudunu hiç kaybetmemiş. Bu badireden nasıl
kurtulacağımıza kafa yoruyor, eskisi gibi kıpır kıpır. Marks’tan
alıntıladığı, sık sık vurguladığı bir söz var ki, mesajın adresi açık:
"Büyük iktidar yoktur, onu büyük gören muhalefet vardır!.."
Hikmet Çiçek’e Göre Ergenekon’un Simgesi
Aydınlık Gazetesi Yazarı Hikmet Çiçek de Silivri’de 4
yılını tamamladı. 12 Mart döneminde tam 14 yıl hapis yattı. Ömrünün
neredeyse yarısı hapislerde geçti. Birkaç yüz metre ötedeki duruşma
salonundan koşa koşa geldi. Sıcak haberleri vardı. Bir gizli tanık daha
kimliğini deşifre etmiş, ama mahkeme adının kullanılmasına hemen yasak
koymuş. Bu gizli tanığın 9 aydır mahkemeye getirilemediğini hatırlatıp: "Pazarlık sürüyor galiba." yorumunu yaptı. Buradan, davaların "simgeleri"ne geçti. "Balyoz sahte dijital veriler, Odatv virüsle biliniyor. Ergenekon’un simgesi de gizli tanık oldu" dedi ve ekledi:
"Fikri Soner Yalçın verdi, kitabın adını da o koydu.
Ergenekon’un Gizli Tanıkları’nı yazıyorum. Şu hale bakın hepsi bir Osman
Yıldırım, DHKP-C’li, sabıkalı, koyun hırsızı, kullanılmaya müsait
insanlar. Hakimler bu gizli tanıkların ifadelerini birbirlerine
doğrulatmaya çalışıyor."
Hikmet Çiçek’in durumu tam bir tuhaf ötesi; Devletin
gizli bilgilerini ele geçirme vs. gibi bir gerekçeyle tutuklanmış, ama
bundan yargılanmıyor. Terör örgütü üyeliğinden yargılanıyor, ama bu
iddia veya suçtan da tutuklu değil.
12 Mart, 12 Eylül’de içerde olan Hikmet Çiçek’e, en ağır dönemi sordum, tereddütsüz bugünü işaret etti.
Baba-Oğul Perinçekler Nasıl Görüşüyor?
Hikmet Çiçek vedalaşmadan önce Silivri’de tutuklu baba
Doğu Perinçek ile oğul Mehmet Perinçek’le ilgili bir not aktardı.
Baba-oğul aynı koğuşta değil, ama ziyaret günlerinde görüşmelerine izin
veriliyormuş. Nasıl mı? Baba mahkum tarafında, oğul ziyaretçi tarafında
durup, camın ardından telefonla görüşüyormuş. Normal ziyaretçi tarafında
Mehmet’i görenler şaşırınca, o da: "Duymadınız mı, ben tahliye oldum" diye takılıyormuş. Sonra herkes kendi koğuşuna!..
Deniz Artık Babasının Havaalanında Çalışmadığını Biliyor
Ve sıra Mustafa Balbay’da. Gazeteci, CHP İzmir
Milletvekili. Silivri’de 4 bitti, 5’e girdi. Eşi Gülşah'a, çocukları
Yağmur ve Deniz’e söz verdiğim üzere en çok ben sarıldım Balbay’a. Hiç
kimseye fırsat vermeden de ODTÜ ormanlarındaki çamların, Bolu’daki
ağaçların kızıllığını getirdiğimi söyledim. O da neredeyse ağaç ağaç bu
mevsimde ODTÜ ormanlarının, Bolu tünelini çıktıktan sonra ağaçların
nasıl bir halde olduğunu anlattı.
7 aylıkken bıraktığı şimdi 5 yaşına giren oğlu Deniz,
onun havaalanında çalıştığını sanıyordu. Artık Silivri’nin bir havaalanı
olmadığını, babasının orada çalışmadığını biliyormuş, ama sormaya devam
ediyormuş:
“Baba, sen nerdesin?!..”
Silivri’de kaleme aldığı son kitabı, O Mektubu Yazan
Bendim'i anlattı. Bununla cezaevinde 6, toplam 29 kitabı olmuş. Gelen
mektupları derlemiş. "Niçin ordasınız biliyoruz. Ne yapacağımızı bilmiyoruz" diyen, mektupta adını vermeyip “The korkak” imzası atan... Neler neler!
O da diğerleri gibi bu süreci öngöremiyor, "Ama 2013’ün ilk 3 aylık planlamasını yaptım." diyor. Planda yeni bir kitap, belki Silivri’nin oyununu yazmak var.
Duruşma salonundan notlar aktarıyor. Biliyorsunuz,
Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi olarak, Cumhuriyet Gazetesi'ni
bombalayanlarla birlikte yargılanıyor, yani "örgütdaş". İşte Cumhuriyet'i bombalayanlar, Balbay’a: "Çayınızı biz getirelim." diye koşturup işsiz yakınları için iş bulmasını istiyorlarmış. Milletvekili ya!..
Balbay, milattan önceyi, milattan sonrayı söyledi:
Milattan önce gazeteci Balbay’ken, milattan sonra kalemi elinde
siyasetçi olarak gücünün ikiye katlandığını… "Hukuku halkla beraber arayacağız." diyor… "Karşı devrim anıtlara 50 metre kala durduruldu." diyor… "Bizi onlara yar etmeyeceğiz." diyor… Son cümlesiyle ise her şeyi özetliyor:
"Ateşi ve ihaneti gördük. En iyi mücadeleyi biz verdik!..!"
Bir Telefon Konuşması, 4 Yıl Silivri
Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım.
Tanımıyordum, ilk kez gördüm. Gencecik bir adam. Anacağızı her hafta
Isparta’dan ziyaretine geliyor. Silivri’de 4’üncü yılına girdi. 'Suç'u
mu? Birçok gazeteye, TV’ye gönderilen, ama kimsenin yayınlamaya cesaret
edemediği Başbakan Erdoğan ile Mehmet Ali Talat ve Remzi Gür arasında
geçtiği belirtilen telefon konuşmalarını yayınlamak. Oysa bir genel
yayın yönetmeninin böyle bir yayından sorumlu tutulması, üstelik 4 yıl
hapsedilmesi mümkün değil. Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman
Paksüt’ü izleyip dinleyen polislerin davasını hatırlatıyor: toplam 3 ay
ceza verilmiş, o da ertelenmiş. Ama Deniz 4 yıldır hapiste. Kaldı ki
dinleyen, dinleten o değil.
Haklı olarak: "30 kişiyi kıstırmışlar, kanlı ellerini bu insanların üzerinden temizlemeye çalışanlar var." diye isyan ediyor.
Deniz Baykal’ın, MHP’lilerin, askerlerin kasetlerini
yayınlayanlar… Onların peşine neden hiç düşülüp dava açılmadığını
sorguluyoruz hep birlikte… Cevap var da bulamıyoruz!..
Soner Yalçın: "Benim oğlum büyümüş be!.."
Son konuğumuz Soner Yalçın. Odatv iddiannamesine göre benim "lider"im.
Tutuklandıktan 1 yıl sonra Çağlayan Adliyesi’nin garajında tanıştığım,
duruşmalar esnasında tanıma imkanı bulduğum Soner Yalçın’la farklı bir
ortamda, Silivri’de o tutuklu, ben gazeteci olarak görüşmek…
Dün oğlu Aren’in Hürriyet’te Ayşe Arman’a verdiği
röportaj çıkmıştı. Hemen: "Nasıl buldun?" diye sorduk. Hüzünle karışık
gurur: "Benim oğlum büyümüş be!.." diyebildi. Baba-oğul onlar da 2 yıldır ayrı.
Duruşmamıza iki gün kala gelen, kafaları karıştıran TÜBİTAK raporuna değinirken isyan ve tepkisini: "Çocuklarımızı bile suçlamaya çalışıyorlar." sözleriyle özetledi. Baykal, MHP, Cübbeli Ahmet kasetlerini hatırlatıp: "Bunları biz mi yaptık? Bunlardan bir tekini Soner Yalçın yapabilir mi?" diye sordu, cevabını da kendisi verdi: "Bu işleri yapan bir merkez var. Onun üzerine neden gitmiyorlar?"
Yeni dönemin aydın ve gazetecilerini tarif ederken, gerçek gazeteciliğin tarifini de şöyle yaptı:
"Bizim kendimizi iktidarlara beğendirme
mecburiyetimiz yok. Biz bir tek gerçeğin yayındayız. Medya olarak
doğruları, yanlışları tartışalım. Ama insanlara bilerek zarar vermek
ahlaksızlıktır. Maalesef medyada geldiğimiz nokta budur ve bu bile bile
yapılıyor. Oysa hepimize lazım olan, aramamız gereken, sadece ve sadece
gerçeklerdir. Meslek çok ayağa düştü, bu durumdan kurtarmalıyız."
Yeni dönemde herkesin hayatının "Sultan’ın iki dudağı arasında" olduğunu belirtti Soner Yalçın. Yarınki duruşmadan nasıl bir sonuç beklediği sorulunca da: "Sultan hukukunda hiçbir şeye şaşırmama noktasındayım." demekle yetindi.
Son sözleri ise kısa bir süre önce 22 yaşındaki oğlunu
toprağa veren İnönü Üniversitesi eski Rektörü Prof. Fatih Hilmioğlu’na
dairdi. Silivri’de karaciğer kanseri olan Hilmi Hoca bunun üstüne oğlunu
kaybetti, evinde 1 gece bile geçirmesine izin verilmeden Silivri’ye
götürüldü. Geçenlerde annesini kaybeden Hasan Iğsız Paşa cenaze
töreninde muvazzafların kendisini yalnız bırakmasına nasıl tepkiliyse,
Silivri’deki herkes bir tek rektörün, dekanın Fatih Hoca’nın yanında
olmamasına da o kadar tepkili. Soner Yalçın’ın son sözü işte bu
tepkilerin yanardağa dönüşmesi gibiydi: "Fatih Hoca çıksın, onun yerine ben yatayım. Dibin dibine vurduk. Gidecek yer neresidir?" dedi.
Ulusal kanal Genel Yayın Yönetmeni Turan Özlü’yle de
görüşecektik, ama duruşmadan gelemediği için görüşemedik. Onun suçu mu?
İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcılarından birisinin, Başbakan
Erdoğan’ın ses kasetleriyle ilgili olarak düzenlediği basın toplantısını
yayınlamak… O da yaklaşık 1.5 yıldır Silivri’de.
Görüştüklerimizi Silivri’nin beton ve demirden ibaret
koğuşlarına uğurlarken, kelimenin tam anlamıyla yüreklerimiz de onlarla
beraber gitti. Görüşemediklerimize de hem yüreklerimizi, hem sevgi ve
selamlarımızı gönderdik.
Daha yazacak, anlatacak o kadar çok şey var ki!...
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel’e bizleri -ve sizleri- onlarla buluşturduğu için sonsuz teşekkürler.
Silivri, Hasdal, Hadımköy ve Maltepe’ye kucak dolusu sevgiler...
Müyesser YILDIZ
15 Kasım 2012
Yorum Gönder