Gerek “Silivri”de gerek “Çağlayan”da görülen
davaların -çoğunlukla- cuma günkü duruşmalarını izliyoruz “Simgesel
Eylem Grubu” olarak.
Bugün Silivri’de “Ergenekon Davası”nın duruşmasında olacağız; geçen
cuma günüyse Çağlayan’da “Odatv Davası”nın “14.” duruşmasındaydık.
Çağlayan’daki Adalet Sarayı’nın ana kapısından içeri girildiğinde,
insanı karşılayan sağlı sollu dev boyuttaki iki yontuda (heykel) daha
önce pek dikkatimi çekmeyen bir görüntünün bu kez ayrımına vardım.
“Antikçağ”dan bu yana elinde terazisi, kılıcı ile “adalet”i
simgeleyen bu iki kadın yontusunun ayakları dibinde ezilen birer “yılan”
vardı; bu yılanın toplumdaki kötülüklerin, adaletsizliklerin,
haksızlıkların, kısacası “suç”un simgesi olduğu bilinir.
Merdivenlerden üst katlara çıkarken “adalet”in “yılan”ın başını nasıl ezdiği daha iyi görülüyor.
O cuma günü de duruşma salonunun önü yine doluydu; kapısının
açılmasını beklerken davanın tutuksuz sanıklarından “Barış Terkoğlu”nu
görür gibi oldum, “13” sanıktan biri; bir yıldır tutukluydu, iki aydır
dışarıda; o da savunmasını bu salonda yapmıştı öteki sanık arkadaşları
gibi.
Bilmem ki anımsanır mı? Teğmen M. Ali Çelebi’nin “Adli Emniyet”te,
“adalet”in güvencesindeki cep telefonuna, “Hizbut-Tahrir” örgütünün
“139” üyesinin telefonu yüklenmişti; bunlar “delil” sayılarak
yargılanıyordu Çelebi; gazeteci “Barış” da bunu haberleştirmişti...
Ne ki burada şöyle bir durum vardı; “suç”u yani “yılan”ı yaratan da,
onu “ezecek” olan da “adalet”in ta “kendisi”ydi; bir bakıma “suç”un
simgesiyle “adalet” simgesi sarmaş dolaştı ve bu durumun ortalara
“dökülmesi” istenmezdi kuşkusuz...
Çok bekletmediler; parmaklıklar yol verdi; salona alındık; duruşma
başladı. Davanın tutuklu üç sanığı: Soner Yalçın, Hanefi Avcı, Yalçın
Küçük savunma yapacaklardı; ilk konuşmayı Emniyet’in eski İstihbarat
Müdürü H. Avcı yaptı.
Bilgisayarlara, sahibinin ruhu bile duymadan yapılan “virüs
saldırıları”nın ne denli kolay olduğunu “bir bir” değil -bir bakıma-
“molekül molekül” anlattı; gerek “kürsü”dekilerin gerek salonda
bulunanların tümünün anlayacağı bir “dil”le.
Sonunda; bu “saldırıların”, “savcılık” tarafından sorgulanmasını, bu
“tertib”i yapan “failler”in bulunması gerektiğini üstüne basa basa
vurguladı. Dahası, açıkça: “Ben buradan suç duyurusunda bulunuyorum!”
dedi.
Bu konu gerek “Balyoz” gerekse “Ergenekon” adı altında toplanan
davaların, “dört yıl”ı aşkın bir süredir ortaya konup konup ama hiç ele
alınmayan “can” noktalarından biri.
Diyorum ki, “bu durumu” yine “ilk” örneğe dönerek anımsayalım. Teğmen
Çelebi’nin cep telefonuna “139” numara yüklendiğini sonunda “Emniyet”
kabul etmek zorunda kaldı; “sehven” olmuş, dedi.
Peki bu “sehven”i “yapan/yapanlar” ve bunların “amir/amirleri”
kimlerdi? “Emniyet”in hangi bölümüydü? Nasıl bir tutum sergilenmişti?
Kamuoyu bu konuda ilgili “makam”ca bilgilendirilmiş miydi? “Yanıtlar”ın
“Hayır!” olduğunu biliyoruz.
“Benzer” bir durum başka ülkelerde söz konusu olduğunda “nasıl bir
yol izleniyor” diye sorulursa, en son örneklerden birini, “Mısır”dan bir
örneği anımsayalım derim. Geçen hafta bir okul aracına hızla gelen tren
çarpmış, “49 öğrenci” ölmüştü; yapılan “sorgulama” günü gününe basında
yer aldı; sonunda ilgili Bakan”ın “istifa” ettiği, Mısır “halk”ına ve
“dünya”ya duyuruldu.
Bu “istifa”da, “görev sorumluluğu” dışında -belki de onu aşan-
“vicdani sorumluluk”, kısaca “insan” oluşun da payı olduğuna Mısır
basınında değinildiğinden uluslararası medyada da söz edildi...
H. Avcı da böyle bir “sorgulama” yapılmasının gerektiğini söylüyor;
ama görülüyor ki Türkiye’deki “adalet”, “yılan”ı yaratanların üzerine
gidemiyor; böyle olunca da “yılan”, “adalet”i “zehir”liyor, onu adım
adım yok ediyor, kuşkusuz “Hukuk Devlet”i oluşu da...
Duruşmada ikinci konuşmacı değerli gazeteci-yazar Soner Yalçın
savunmasını yaparken, az önce sözü edilen “insansal boyut”un bu davada
nasıl çiğnendiğine değindi.
Çünkü “Mahkeme”; sanıklardan gazeteci “Müyesser Yıldız”ın
bilgisayarında işlem yapan “İlim” adlı kullanıcıya ilişkin soru sormuş
“TÜBİTAK”a; S. Yalçın, “O sorudaki İlim, M. Yıldız’ın oğlu ‘İlim Uğur’!”
dedikten sonra -haklı olarak- üzgün bir sesle: “Çocuklarımızı
karıştırmayın! Biz bittik de sıra çocuklarımıza mı geldi? Ne
istiyorsunuz bizden? Neden herkes bize düşman? Hiç lehimize bir şey yok
mu?” diye art arda sordu... Her iki kürsüdekiler de duydular mı acaba?
Pek sanmam. Onlar, önlerindeki bilgisayarlarıyla “baş başa”ydılar...
“Odatv Davası” da, hukuk öğrencileri için “ders”ten öte “ibretlik”
bir “hukuksal olay”! Kesinlikle bu “olay”a “tanık” olunmalı...
Yorum Gönder