İman ve körlük - Yaşar Nuri Öztürk

Alman filozofu Kant (ölm. 1804),  “İmana yer bulmak için aklı aradan çıkarmak zorunda kaldım” diyor. Kant’tan 30 yıl sonra ölen vatandaşı büyük Protestan ilahiyatçı Schleiermacher, aynı düşünceyi benimsemiş olacak ki, imanı ‘şartsız bağımlılığın hissedilmesi’ diye tanımlamıştır.
Hıristiyanlık açısından bakıldığında tutarlı olabilen bu yaklaşımı, Kur’an öğretisi açısından savunmak mümkün değildir. Kant’ın akıl ve bilim alanı (fenomen âlemi) ile vicdan ve iman alanı (numen âlemi) diye iki ayrı âlem kabulü, Kur’an’ın, düşünce, fiil ve varlığı bir gören tevhit (birlik) anlayışına uymaz. Kur’an’a göre imanla ilim, (vahiy ile akıl) aynı varlığın, gerçekte bir ve bölünmez olan realiteye bakışının değişik aşamalardaki adlarıdır. Tevhidin en esaslı anlamı olan bu idraki, dinci yobaz asla telaffuz etmez. Ona göre, tevhit, Müslümanların birliği, beraberliğidir. Bunu duyan da sanır ki, yobazın dünyasında bu birlik ve beraberlik gül gibi sağlanmıştır. Nerede? Akıl ile vahyin birliğini tevhit dışında gören kafanın insanların birliğini sağlaması mümkün mü? Mümkün olamadığını tarih gösteriyor.
Akıl ile vahiy, ilimle iman birbirini tamamlamak ve realiteyi kavramada güç birliğine varmak durumundadırlar. Elverir ki, biri ötekine ilahlık taslamasın, herkes haddini bilsin… Bunların birini benimsemek için, ötekini inkâr gerekmez. Aksine, bunların birinin, hedefine tam varabilmesi ötekini ihmal etmemeyi zorunlu kılar. Bunun içindir ki, Kur’an, yüzlerce ayetinde doğrudan veya dolaylı olarak, aklı kullanmaya, düşünmeye, araştırmaya çağırmakta ve bu faaliyeti, insanoğlunun en değerli faaliyeti olarak kutsamaktadır. Ve bunun içindir ki, Kur’an, 15 asır gibi uzun bir zaman önce Arap Yarımadası gibi bir kum okyanusunun ortasında hitap ettiği Peygamber’e (ve elbette ki onun kişiliğinde bütün insanlığa) ilk buyruğunu “Oku” olarak yöneltmiştir. Kur’an ile yakınlığı olanlar iyi bilirler ki felsefeden güzel sanatlara, din ilimlerinden deneysel bilimlere kadar her bilim ve düşün faaliyeti bu “Oku”ya dahildir. “Oku”nun kitabı olan Kur’an’ın, adı bile okumak anlamına geliyor.
Kur’an’a göre, varlık, iç içe üç kitap oluşturur: Vahiy, insan ve evren kitapları… Bu üç kitap, ayetlerle doludur. Bu ayetlerin tetkiki, çeşitli bilim ve disiplinler tarafından yapılır. Ayetlerden hiçbirinin tetkiki ötekinden ne az ne de çoktur. İlim, mutlak değerdir. Bir Kur’an ayetini tetkikle, mesela bir fosil, çiçek, yıldız ayetini tetkik arasında hiçbir fark yoktur. Bunların hepsi, iman sırrının, hedefini yakalamasına yardımcı olacaktır. O halde, ilimde yükseliş ve düşüncede derinleşme, imanda aydınlığın artışı demektir.
Kur’an, imanı, ‘kutsal’ adı verilen bir kuvvet veya mekanizmaya bağlanarak dış dünyaya, aklın el attığı varlık ve oluşlara gözü kapatmak olarak görmemektedir. İslam’da akıl-vahiy ilişkilerini incelediği ‘Revelation and Reason in Islam’ adlı eserinde İngiliz yazarı Arberry şu sonuca varmakta zorluk çekmemiştir: “İslam, bir dini dogmalar sistemi olmaktan daha fazla bir şeydir.” Çünkü onun kaynağı Kur’an, dogmayı, aklın ve araştırmanın elini-gözünü bağlamak için değil, bilime kol-kanat takmak için devreye  sokmaktadır. Bu onun, diğer dinlerle en belirgin farkıdır.
Tanrısal isimlerden biri de Hak’tır. Kur’an, aynı anda hem Yaratıcı Kudret’e hem de varlığa Hak demektedir. Yine Kur’an’ın anlayışına göre bizim kuşattığımız âlem (insanın iç dünyası) ile bizi kuşatan âlemi (dışımızdaki dünyayı) dolduran sırların tetkiki, Hak’ın iyice tanınmasını sağlayacaktır. (Fussılet, 53) Yani, varlık ve oluşun sırlarını çözmek Yaratıcı Kudret’in sırlarını çözmek olacaktır. Kur’an’ın, varlık ve oluşu tetkike çağıran ayetleri, Allah’a imana çağıran ayetlerinden az değil. O halde, Hakk’a imanın, Hakk’ın bir görünümü olan varlık ve oluşun incelenmesinden yani aklın faaliyetinden çekinmesi anlamsızdır. Çünkü varlıklar Hakk’ın zıddı (bâtıl) değildir. (Âli İmran, 191)
İman körlük değil, beyyine (delil, bilgi) üzere yaşamanın ilanıdır. (Enfal, 42) Beyyineden uzak düşmek, körlüktür. Ve “Bu dünyada kör olan öbür dünyada da kör olacaktır. En berbat sapık da odur.” (İsra, 72)
Demek oluyor ki, iman sadece bir ahlak alanı değil, aynı zamanda bir bilgi alanıdır. Bilgiyle kucaklaşmayan, akıl alanında ayağını sağlam noktalara basamayan, varlık ve oluştan kaçan bir iman Kur’an’da kendisine yer bulamaz. Varlık ve oluşla kucaklaşmak, şüpheye düşmek pahasına da olsa göz ardı edilemez. Kaldı ki, varlığın tetkiki şüphe olmadan gerçekleşemez. Şüphe denemesini yaşamadan kesinliğe ulaşmak mümkün değil…
Özetleyelim: Hiç kimse, Kelimei Şehadet’i ezberlemekle iman şerefinin doruğuna oturduğunu sanmasın. Bu şeref, imanı; çile, ıstırap ve eylemleriyle ispatlayanlarındır. O da, hem kendini hem evreni fethetmekle gerçekleşir.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget