Fransa ile Akrabalığımız ve Elçiler - Cevat Kulaksız


Sevgili okurlar, günümüzün insanı bunaltan siyasi havasından bir ara vermek, daha değişik hava oluşturmak için tarihe bir ayna tutmak istedim. Ders kitaplarının yazmadığı, eski devrin tarihçilerinin yazdığı tarih kitaplarında ibretlik ince ayrıntılar görebiliyoruz; işte ben de aşağıda o ayrıntılardan bir demet sunmak istedim.
Bir ülkenin ekonomisi ne kadar iyi ise, o ülkenin dünyadaki itibarı da o denli iyidir. Aşağıda Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş yıllarında en iyi zamanlarında dünyada itibarı oldukça iyi iken, Orta Çağ boyunca Avrupa devletlerinin birçoğu ise Osmanlı’dan çok geri idi. Bunun başlıca neden, İpek yolu güzergâhındaki Osmanlı ülkesi, ipek yolunun eşsiz nimetinden yararlanıyor, halk ve devlet gittikçe zenginleşiyordu. Avrupa köylüsü Osmanlı ülkesinde yaşayan topluma imreniyorlardı. Öyle ki, Osmanlı “Türk padişahı gelsin buraları alsın” diye aşağıda yazıldığı gibi şarkılar söylüyorlardı. Ama daha sonra Hindistan’a gitmek, İpek yolunun kaynağına ulaşmak için yeni keşif yolları bulununca, Ronesans’ın da etkisi ile Avrupa ülkeleri Orta Çağ karanlığından silkinip hızla ilerlemeye başlarken Osmanlı yavaş yavaş gerilemeye başlamıştı. Osmanlı yükselip üç kıtaya adeta hükmedince, devletin ve elçilerinin itibarlarının nasıl yükseldiğini; Osmalı gerilerken de devletin ve elçi itibarlarının yükseldiğini aşağıda örnekleyerek vurgulamak istedik.

TÜRK KORSANLAR KRALA GİDEN GELİNİ KAÇIRDI

İbrahim Peçevi [i] kendi tarihinde, Türk korsanlarının ilginç bir kız-gelin kaçırma olayını anlatmakta. Gemi ile gelin giden Fransa Kralı’nın kızını Türk korsanlarının nasıl yakaladığını, gelini getirip padişaha nikâhlandığını, Fransa elçisi de bu evliliği Türklerle akraba olduklarını yorumluyor…İşte bu olay yükselen, ilerleyen Osmanlı’nın itibarının arttığını gösterir. Türk töresinde bu gelin kaçırma durumu namusa dokunan cinayetlik bir olaydır. Birçoğumuzun bilmediği bu ilginç olayı tarihi bir kaynaktan aşağıya aldık.
“Fatih Sultan Mehmet Han’ın babası olan Sultan ll. Murat zamanında, denizlerde korsanlık ve leventlik eden iki levent kaptanı, büyük bir kalyona rastladılar ve onu göz açtırmadan yakalarlar. Meğerse Fransa Kralı kızı Nache de la Bazory’i, kendine denk olan başka bir krala vermiş, çeyiz ve eşyalara, maiyeti ve hizmetçileri ile gemiye koyup göndermiş. Müslümanlar Tanrının inayeti ile gemiyi ele geçirince, gerçeği öğrenirler ve hiç vakit yitirmeden padişaha götürüp armağan ederler. Bir Türk Atasözü vardır, böyle durumları dile getirir; “Gelin ata binmiş gör kimin bahtına”.
Padişah Sultan Murat görür ki, bu kız “sanat kaleminin bir eşini bir daha yazmamış olduğu, kâinat ressamının dünya yüzünde bir benzerini daha çizmemiş bulunduğu bir dilberdir; ancak yüce Tanrı’nın bir bağışıdır. Oğuz taifesinin bir atasözünde olduğu gibi “Kim yudu, kim taradı, sohbet kime yaradı” diyerek onu haremine alır ve gerdeğe girmekle meramına kavuşur. Bilindiği gibi Osmanlı Sultan’larının kaçırıp eş ettikleri bu ikinci gelin, işte kaçırılan bu gelin Fatih’in anasıdır. Bazı kaynaklar da Fatih’in anasının, “Rumcayı çok iyi konuşan Sırp Despina olduğunu göstermekte.[ii]
Söylendiğine göre, gelin giderken Türk Korsanlarca kaçırılan ve Fatih’in anası olan bu kadın uzun süre Müslüman olmadı, ancak Fatih Sultan Mehmet’e hamile kalınca İslam Dinini kabul etti. Bunun üzerine, Türk’ler tarafından İspanya’dan alınan Kalya Kalesi Fransa Krala bağışlandı.[iii]
İbrahim Peçevi Tarihinde Anlatıyor:
“Bir gün Hafız Paşa’nın vezirliği zamanında, sarayın arz odasında oturuyordum. Fransa elçisi oraya geldi. Sadrazam dışarıya çıkınca bir saat kadar elçi ile baş başa bu konu üzerinde konuştuk. Bununla çok övündü ve dedi ki: “Fatih Sultan Mehmet’ten sonra gelen padişahlar Fransa Kralının akrabasıdır; topraklarımız öteden beri Osmanlı Topraklarına bitişik olduğu hald­­e tarafımızdan hiçbir Fransa kralı’nın hiç bir zaman kalelerine ve beylerine dostluktan başka bir davranışta bulunulmadı. İşte kralımız hısımlık haklarına böyle saygı duyar; o temiz talihli kız Müslüman olmadı, bu gün de türbesi kapalı ve kilitlidir; çoğu kez Galata’dan geçerken cami haremine uğrar ve türbesine bakarız”
Fakat birkaç gün önce, Allah tarafından olacak bir rastlantı sonucu olarak, sanki elçiye cevap hazırlamak istiyormuşuz gibi, bazı ahbaplarla bu konuyu görüşmüştük ve mesele bir açıklığa kavuşmuş değildi. Sonra özel olarak bir gün gidip türbe bekçisinden sormuştum. Bekçi şunları söylemişti: “Her gün sabah vakti üzerinde birer hatim kuran okunur, ancak sultan türbeleri gibi beklenmez ve sürekli olarak kapısı açık tutulmaz; sabah Kuran okunduktan sonra kapısı kapanır” dedi. Bunu elçiye anlattımsa da bir türlü kabul etmedi ve inadından ayak direyerek inadından şaşmadı”. [iv]

BURADA BİR PARANTEZ AÇALIM

Görülüyor ki Osmanlı Korsanlarınca, Fransa Kralının kızı başka bir krala gelin giderken kaçırılıp Osmanlı padişahına nikâhlanıyor. Bu Türk ve Müslüman töresine göre namusa dokunan utanç verici bir durum olmasına karşın, Fransa Kralının elçisi bu evlilikten akrabalık payı çıkarıyordu. Bunun tek nedeni, o zamanları Avrupa köylüsü ve devletleri çok geri iken, Türk ve Müslüman köylüleri, devleti Batı’ya göre ileri düzeyde idi.
Hani mahallenin iriyarı, kavgacı çocuğu herkesi korkutur da, zayıf çocuklar nasıl ona yaranmak için, akraba çıkar, amiyane ifade ile yaltaklanırsa, Zayıf Avrupa’nın zayıf devleti Fransa’nın elçisi de yukarıda anlatıldığı gibi, kuvvetli görülen Osmanlıyı kendine akraba sayıyordu. Hani böylesine oluşan farklılık ve değişkenlik için “nerdeeen nereye” deriz ya… O nedenle mi ki, güya akrabalık nedeni ile mi, Kanuni zamanında ilk kapitülasyonlar Fransa’ya veriliyordu?
Burada kafamızda noktayı koyduktan, paragraf yaptıktan sonra, izninizle şunu ekleyelim. Fransa kralının kızının, Hıristiyan gelinin Türk korsanlarınca kaçırıldıktan, Osmanlı padişahına nikâhlandıktan sonra, bunun için Türklerle akraba olduklarını söyleyen Fransız elçisinden 600 yıl sonra Fransa’nın bilim, teknoloji, ekonomi, kültür zenginliğindan nasıl havalara girdiğini, Türklere, Türkiye’ye karşı 1919 da topraklarımızı (Antep, Urfa, Maraş, Adana cıvarını) işgal ettiğini geçelim.  Günümüzde AB ye girişimizi engellediğini, sözde Ermeni soykırımını tanıdığını gibi nice engelleyici tavırlara girdiğine tanık olmaktayız.
Sonuç olarak bir ülkenin zenginliği, nüfus artışı, toprak zenginliği ile değil, bizim RTE nın dediği gibi, üç beş çocuk yapmakla değil, dincilik yarışı ile değil, bilim ve teknolojideki çabası, istemi, uygulaması, zenginleşmesi ile kabil olmaktadır. Bunu böylece bilelim ve unutmayalım.

OSMANLI BİR BAŞKA HIRİSTİYAN GELİNİ DE KAÇIRDI

Osmanlı, gelin iken kaçırılan Fransa Kralının kızı Nache de la Bazory’den önce, Bizans Tekfurunun kızı, hem de bir Türk komutana gelin gidecekken, düğünde kaçırılıp, ikinci Osmanlı Padişahı Orhan Bey’e verilmiştir.
Osman Bey, Başkent Karahisar’a, seferden yanında getirdiği bol ganimt ve kazandığı büyük bir şöhretle döndü. Bilecik’in yönetimini bir komutanına bıraktı. Ne var ki, bu komutan Türk olmasına rağmen Osman Bey’e ihanet etti. Bu hain komutan, tekfurlardan birinin kızı olan Holofira ile yapılacak düğününe Osman Bey’i de davet etmiş, düğün sırasında kuracağı tuzakla onu öldürmeyi tasarlamıştı. Ancak Osman Bey, kendisine kurulan bu tuzağı Bizanslı dostu Mihal’den öğremnişti. Bununla birlikte tuzaktan haberi yokmuş gibi davranarak adamlarıyla birlikte düğüne gitti ve onları kazdıkları kuyuya düşürüp, bir savaş hilesiyle Bilecik’i tekrar kendisine bağladı. Hain komutanı öldürttü. Gelin adayı Holofira’yı da yanına alıp kendi kalesine götürdü. Ve bu savaşta büyük yararlık gösterenon sekiz yaşındaki oğlu Orhan’a, on üç yaşındaki Holofira’yı adını Nilüfer yapıp eş olarak verdi.
Daha sonra ordusunun başına geçip Nilüfer’in babasının bulunduğu Yarhisar’a gitti. Yarhisar’la birlikte, Frigya’nın dağlık bölgelerinden önemli bir bölümünü daha topraklarına kattı. [v]

OSMANLI’YI AVRUPA’YA ÇAĞIRAN TÜRKÜ

İstanbul’un alındığı o muhteşem gücün olduğu çağda düşünmeye değer… Gerçekten de, Avrupa köylüsü, toplumu Türk, Müslüman köylü ve toplumundan oldukça geri idi. Avrupa toplumu İpek yolu güzergâhındaki Türk ve Müslüman toplumunun her alandaki zenginliğine hayran oluyordu. Yine İpek yolu güzergâhındaki Kutsal Küdüs’ü de bahane edip, bu zengin diyarlara, bu zenginliğe ulaşmak için yüz yıldan fazla süren Haçlı seferlerini başlatıyorlardı.
Yukarıda açıklanan olaylardan iki yüz yıl sonra bile, Peçevi Tarihi’nden öğrendiğimize göre,  yoksul Avrupa köylüsü (hem de papazlar) Türk’ün Türk padişahının Avrupa içlerine kadar gelmesi, oraları bile fethetmesi için şarkılar, türküler söylerlermiş.
Kanuni Sultan Süleyman Zamanında Osmanlı’lar Avrupa içlerine doğru akınlar, fetihler yaparken, Avrupa köylüsü oldukça yoksul olduğundan, bu gelenlerin belki bir kurtarıcı olacağı inancı ile halk adeta Osmanlı’nın gelmesi ilerlemesi için, türküler çağırıyordu. Büyük Kapona Kalesinde her yıl belli bir günde bütün kale ve çevresi ahalisinin küçüğü büyüğü, genci ve ihtiyarı tümüyle dışarıya, sahraya çıkarlar, orada olan Kızıl Kapona’da oğlancıklar ve papazlar eski bir türküyle Türkleri çağırıyor, şöyle diyorlardı:
“Türk Padişahı bütün gücü ve görkemi ile bu yere kadar gelse gerektir,
“ Ve burada yüce Tanrı’nın buyruğu ile ölse gerektir;      
“Tanrı’ya güvenilen ve Türk Padişahı o kadar yukarı çıksın ki     
“Ta Kolonya’ya (Köln) e varsın”…[1]  [vi]

FRANSAYA’YA VERİLEN KAPİTÜLASYON

Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancılara verilen ekonomik, adli, idari vb. hak ve ayrıcalıklardır. Kapitülasyon kelimesi Latince caputtan (baş) gelir ve baş eğmek, teslim anlaşması yapmak anlamlarını taşır.
Osmanlı Devleti’nin verdiği kapitülasyonların çoğu iki taraf için geçerli olsa da ekonomisi güçlü olan taraf kapitülasyonlardan fayda sağlarken ekonomisi zayıf olan taraf kapitülasyonlardan zarar görmüştür
Osmanlı Devletinin her bakımdan en parlak devrine eriştiği, fetihlerin genişlediği, kültür ve sanatın en parlak seviyesine ulaştığını Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Fransa Kralı Birinci Fransuva’yla Uhud-i atika adı verilen yeni bir imtiyaz anlaşması imzalandı. 18 Şubat 1536 da imzalanan anlaşma, ileride ekonomik yönden yıkımına sebep olacak bu anlaşma, Kanuni’nin Osmanlı Devleti’nin iktisadi, siyasi, asker ve sosyal bakımdan en güçlü olduğu on altıncı yüzyılda, fakir, zayıf, muhtaç ve kralını dahi esaretten kurtardığı Fransa’ya imtiyaz vermesi kendisi açısından ileriye dönük ticari ve siyasi bir yatırım olduğu kadar, büyüklüğünü göstermek için bir gösteriş, böbürlenme de olabiliridi.  Oysa kapitülasyon belası uzun bir süreçte Osmanlının sömürülmesine, ekonomisinin çökmesine, dolayısıyla yıkımına da neden olacaktı.
Kapitülasyonlar Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği ile yapılan 28 Mart 1921 Anlaşmasının 7. Maddesiyle “geçersiz ve kaldırılmış” sayıldı. Kapitülasyonların gerçek anlamda kaldırılması ise Lozan Anlaşması’yla olmuştur. [vii]

İNGİLTERE ELÇİSİNİN PADİŞAHA HEDİYELERİ

Osmanlının ilk yıllarındaki, Kanuni Sultan Süleyman zamanı ve de 50-100 sonraki yıllarına kadar (azalan oranda da olasa) Avrupa Doğu’ya, Osmanlı’ya imreniyordu. Bu muhteşem büyüklük ve zenginlik karşısında yukarıda Fransız elçisinin akrabalık konusunda adeta yaltaklandığı gibi, Avrupa’lılar Türk padişahına şirin görünmek için birbirinden muhteşem hediyeler sunuyorlardı. Buna bir örnek olarak İngiltere Kraliçesinin Elçisi William Hurborne’un Osmanlı Padişahı 3.Murat’a sunduğu şu muhteşem hediyelere bir bakalım.
Türkiye’ye ilk İngiliz elçisi, Padişah 3.Murad zamanında Kraliçe Elizabeth tarafından gönderilmişti. Elçi William Hurborne, 1583 baharında yeni sarayda padişah tarafından kabül edilmesi ve kendisine şu hediyeler sunulmuştur:
En alasından on kat elbiselik siyah çuha, iki boy Flonder kumaşı, iki parça yaldızlı avani, yüksekliği üç kademden fazla olan büyük kutusu içinde tam bir takım şamdan, iki büyük bir küçük güğüm, bir leğen ibrik, su içmek için gümüşten bir iki başlı kuş, zincirli iki şişe, kırmızı çuhadan sırtlıklar ile üç güzel mastif, üç fino, bir çift kan kokusu alan tazı, bir çift av tazısı, ipekten sırtlıklarıyla iki kuçak köpeğ, 500 Sterlin lirası değerinde bir saat, bunun üstünde gümüşten ağaçlarıyla bir orman vardı. Bu ormanda bir taraftan geyikler kaçıyor, köpekler kovalıyor, peşlerinden de at sırtında avcılar gidiyor, bir başka tarafında adamlar kuyudan su çekiyor, daha başkaları da el arabalarıyla maden cevheri taşıyordu. Saatin tepesinde bir şato, şatonun üstünde de bir değirmen vardı, bunların hepsi gümüştendi. Saatin etrafı mücevherlerle işlernmiti.[viii]
Ronesansın engin aydınlanma ivmesi ile Avrupa, bilim, sanat ve keşiflerde hızla ilerlerken, Osmanlı “Kerefe Nemçe” (Avrupa) karşısında büyüklük böbürlenmesi ile Batı’ının aydınlanma, ilerleme ivmesini izlemiyor, bilim ve teknolojideki çağa ayak uyduramadığı, açık ifade ile bilime ilgisiz kaldığı için, önce duraklama, sonra da gerileme devrine giriyordu, ta ki 1923 Çağdaş TC ine kadar.

ELÇİNİN MAĞRURLUĞU

Aradan yüzyıllar akıp giderken, Avrupa, Rönesans’ın bilim ve sanatçıların itici, aydınlatıcı ivmesi ile hızla ilerlemeye devam ederken, Osmanlı ise, bu aydınlanma ivmesine uyamadığı, ilgisizkaldığı için hızlı bir şekilde gerilemeye başladığını apaçık görmekteydi. Avrupa’ya (Fransa’ya) yardıma giden, Kaputülasyon gibi ulufe dağıtan Osmanlı, gerilemeye başlıyor, topraklarını kaybediyor, önceleri kendine imrenenlere borçlanıyor, aşağıdaki örnekte olduğu gibi, Avrupa yoksulluğu yenmeye başladığı için artık böbürlenip havalara giriyordu.
Yüzyıllar süren Kapütülasyon boyunduruğunda sömürülen Osmanlı, 19.Yüzyılın ortalarında Fransa’nın borç tuzağına düşmüştür.
İstanbul’daki Fransız elçisi Marki de la Valette, bunun kibiriyle “makam kayığı”na bir çift kürek daha taktırır. Böylece normalde elçilik kayıklarının 5 le sınırlandırılan kürek sayısı yediye çıkar.
Oysa yedi kürek sadece padişahın saltanat kayıklarında kullanılmaktadır.
Elçilik kayığı Boğaz’a çıktığında herkes onu saltanat kayığı sanıp selamlar. Saray ise bu durum karşısında, Paris’in para musluğu kesilecek diye görmezden gelir, bu saygısızlığa…
Görüldüğü gibi, Osmanlı devleti borçlanıp geriledikçe, güçlenen Fransa’nın elçisi de havalanıp mağrurlanıyor.
Lakin Osmanlı’nın Paris’teki elçisi, aileden diplomat olduğu kadar Tercüme Odası’ndan yetişme bir aydın olan Ahmet Vefik Paşa’dır. O, devleti gibi alttan almaz.
III. Napolyon’un beyaz renkli at arabasının aynısından bir makam arabası yaptırır kendine… Paris sokaklarında onunla turlar. Fransızlar, saygıyla selamlar “imparatorlarını!”… Halk şaşırır, Osmanlı elçisinin arabasındaki at sayısı nasıl olur da imparatorun arabasındaki at sayısı kadar olur?”
Fransız hükümeti “Arabayı kaldırın” diye uyarır İstanbul hükümetini…
Cevap, Ahmet Vefik Paşa’dan gelir:
“Siz İstanbul’daki kayığı kaldırdığınız gün, ben de arabayı kaldırırım”.
Bu restleşmenin ardından önce İstanbul’daki kayık kıyıya çekilir, ardından da Paris’teki beyaz araba. [ix]


SONNOTLAR
[i] İbrahim Peçevi veya Peçuyli İbrahim Efendi (d. 1572 – ö.1650), Türkmen kökenli Macaristan’da doğmuş Osmanlı tarihçisidir.
[ii] Milliyet 4–9-2004 Sf: 21 Güneri Civaoğlu
[iii] Peçevi Tarihi Sahaf Neşriyat Yurdu 1968 Cilt:1 Sf:248
[iv] Peçevi Tarihi Sahaf Neşriyat Yurdu 1968 Cilt:1 Sf: 244–245
[v] Osmanlı Tarihi Alphonse de Lamartine Kapı Yayınları 2011 sf 14
[vi] Peçevi Tarihi Sahaf Neşriyat Yurdu 1968 Cilt:1 Sf:90
[vii] http//www.tarihimiz.netv3/haberler/editörden/her-yönü-ile kapıtulasyonlar/farnsa-ya verilen- kapıtulasyonlar-1555.html
[viii] Cumhuriyet eki Asırlar Boyu İstanbul. Sf:175
[ix] Şair Sunay Akın’dan nakleden Can Dündar. Milliyet 11–5–2006 sf: 17

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget