Şu günlerde hapishane öyküleri okuyorum.
Yaşanmış, yaşanan...
Ben öykücüyüm, kitaplar dolusu öyküm var. Ama yazmak istediğim öykü başka...
Ona gücüm yeter mi bilmem?
“Anne hiç canım acımadı” diyen bir insanın yaşantısını anlamak, duymak, sonra yazmak, yazabilmek.
Öykülerin en etkili olanları acı verenlerdir. Bir aşk mı hüzün doludur, bir çocukluk anısı mı ağlatıcıdır. Bir gençlik serüveni gözyaşlarıyla yaşar!
Mutluluk veren bir şey arada bul, bulabilirsen! Hele son günlerin kitaplarında mutlu diye bir düş bile bulamazsın!
Kapatılmışsın, dört daracık duvar, bir küçük pencere, kapının dışından kilitlisin, altında sert bir yatak; bir masa, bir sandalye bile yok...
Gittim, ben de bunları yazarken oraya... Ora nere mi? Silivri, Hasdal, daha başka yer!..
Gitmiş kadar oldum duyarak, sezerek, görerek...
Bir yıl, iki, üç, dört yıl!.. Kaç bin gün, kaç bin gece?
Tuncay Özkan’dan aldığım mektup!.. Yalnız bana değil, “Vicdanında topluiğne başı kadar yer kapabilirsem, bir saatini alabilirsem başarmış olacağım” diye bitirmiş. “Gerisi kitapta” demiş.
“Amacım davanın komik, trajik ve asla hukuki olmayan siyasi güncesinden yararlanarak dikkatinizi çekmek, bilgi sunmak” diye de eklemiş.
Kime, kimlere bu sesleniş? Türk toplumuna mı? Öyle olsa, olabilse? Yetmiş beş milyon insanımızın, hiç değilse dörtte biri, bu yaşatılan acılı yılların tanığı olduğunu bilse! Tanık, ama içine kapalı, sessiz, korkak!
Bütün bu olup biten çirkinlikler, acayiplikler, anlamsızlıklar, acılar acılar...
Yetmişlik generallerin, amirallerin, değerli yazar ve bilim adamlarının göz göre göre kıyılması, paramparça edilmek istenmesi.
İşte yaşadığımız!..
Zamanlar geçecek, yeni kuşaklar birbirini izleyecek, bir gün geleceğin bir genci benim, senin, onun yazdıklarını okuyacak, şaşırıp kalacak.
İyi ki o günlerin insanı olmamışım, diyecek!
Yorum Gönder