'Yargısız Adalet, Adaletsiz Yargı' - Cevat Kulaksız
“BU GÜN YAPILAN HER HUKUKSUZLUĞUN ÜSTÜ ÖRTÜLÜYOR”. Yapılan her kanuna aykırı işler sanki legalmiş gibi yandaş medya tarafından servis ediliyor ve kamuoyu yaratılıyor”.
Hamurberg: “Türkiye’de yargı bağımsızlığı yoktur, yargı siyasi iktidarın eline geçmiştir”
“Önce aydınlarımız bombalayarak yok ediyorlardı, Şimdi de tutuklayarak, delil ekerek ve iftira atarak yok ediyorlar”.
“Siyasi iktidar adalet mekanizmasını ele geçirmekle kendi meşruiyetini yok etti”.
Yürürlükteki anayasanın bütünüyle kaldırıp yeni bir anayasa yapılması hukuken mümkün değildir.
Ülkemizin en seçkin aydınlarından, evlerinin önünde katledilen Gazeteci Uğur Mumcu’nun 19., Prof. Dr. Muammer Aksoy’ın 22. katlediliş yıllarında anılırken, onların anısına düzenlenen “Yargısız Adalet, Adaletsiz Yargı” panelinde ülkemizdeki adaletsiz ve hukuksuzluklar örneklerle tartışıldı.
(Türk Hukuk Kurumu Başkanı, yazar Prof. Dr. Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Uğur Mumcu 24 Ocak 1993 de evinin önünde arabasına konulan bomba ile öldürüldü).
Uğur Mumcu’nun 19. ölüm yıldönümü nedeni ile düzenlenen 19. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinliklerinden, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Türkiye Barolar Birliği Ankara Bürosu ve Türk Hukuk Kurumunca 31.1.2012 günü düzenlenen Yargısız Adalet, Adaletsiz Yargı” adlı panelde, Ankara Barosu Başkanı Prof Dr. Av. Metin Feyzioğlu, Av. Şükrü Gürel, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi İstanbul Barosu’ndan Av. Celal Ülgen konuşmacı olarak katıldılar.
Bir zamanlar aydınlarımız evlerinin önünde katledilerek yok edilirken, günümüzde de, uyduruk komplolu belgeler, gizli tanıklarla zindanlara atılıyor; bu hukuksuzlukları, adaletsizlikleri de, katledilen aydınların yıldönümlerinde hüzünle acıyla anıyoruz.
Panele katılan konuşmacılar, hukuksuzluk adaletsizlik ile bu konudaki haksızlık, çelişkilerle ve ilginç konulara değindiler. Bunları kısaltmaya gönlüm razı gelmedi, bunları sizinle paylaşmak istedim.
Biz de bu ilginç konuşmaları, okuyucuyla paylaşmak için, hiçbir cümleyi kaçırmadan bandan çözümleyerek sunuyoruz.
Panelin açılışını yapan Ankara Barosu Başkanı Prof Dr. Av. Metin Feyzioğlu şunları söyledi:
“Profesör Avukat Muammer Aksoy’un aramızdan koparılışının 22. Yılında kendisini saygıyla, özlemle, minnetle anıyoruz. Uğur Mumcu’nun Muammer Aksoy’un ve nicelerinin bize bıraktığı çok onurlu bir miras var ve bir görev var. Bu mirasa sahip çıkacağımızı bu görevi kararlılıkla yerine getirmeye devam edeceğimiz biz kez de huzurlarınızda tekrarlamak istiyorum”.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
Panelde ilk sunumunu yapan ve Türk Hukuk Kurumu adına panele katılan Av.Şükrü Günel, anayasa ve anayasa değişikleri konusunda şunları söyledi:
“Bizim daha önce Anayasa konusunda kurumumuzca hazırlanan bildiri ve bilgiyi sunarak görüşlerimi açıklayacağım. 1982 Anayasasının değişikliği her kesimden talep edilmektedir. Bazı maddeleri birden fazla olmak üzere aşağı yukarı yüze yakın 80 i aşkın maddeler değişikliğe uğramıştır. Anayasanın öne çıkan gündem maddesi önümüzdeki dönemlerin en önemli maddelerinden bir tanesidir. Bu nedenle de Türk Hukuk Kurumu da anayasa değişikliğinde göz önünde bulundurulması gereken ilkeleri bir zorunluluk halinde tarihe de bir not düşmek amacıyla bir değerlendirme altına almıştır.
Anayasa ve İlkelerinedir?
Anayasa toplumdaki gelişmenin özünü oluşturan devletin kuruluş felsefesiyle temel organlarını, kişilerin temel hak ve özgürlükleri ile ekonomik hak ve sorumluluklarını belirleyen ana ilkeleri düzenleyen ve hükme bağlayan temel üst normlar bütünüdür.
Anayasalar kişilerin temel hak ve özgürlükleriyle devlet otoritesi arasında hassa dengeyi sağlayacak mekanizmaları bu mekanizmaların tabi olduğu ilkeleri tespit eden belgelerdir. Anayasadaki kurallar ve ilkeler yasa koyucularına yasama organlarına verilmiş olan uyulması zorunlu temel direktiflerdir. Anayasa bir anlamda özgürlerle devlet otoritesini devlet imkânını bağdaştırma tekniğini gösteren hukuki normların belgesidir. Anayasa millete ait olan egemenliği hukuk devleti veya hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde yetkili yasama ve yürütme organlarını aktaran bir kanaldır. Anayasa normları koyulurken ya da değiştirilirken her ülkenin siyasi iktisadi kültürel ve sosyal yaşamının göz önünde tutulması gerekir. Anayasa değişikliği yapılırken değişikleri gerekleri bağlantılı değişim ve mevcut durumun arasında yeniden yapılanması ve yenilenmesi iradesi ile tarihsel olan kazanılmış, yerleşmiş kurum hak ve özgürlükleri çelişmeyen geçmiş uygulamalara ve dengelenmiş bir değişime çare aranması da özen gösterilmelidir.
ANAYASA DEŞİKLİĞİNDE UYULMASI ZORUNLU KURALLAR NELERDİR:
Anayasa değişikliği ele alınırken öncelikle iki konu üzerinde durulması gerekir. Tümüyle baştan yazılabilecek bir anayasa yapılabilir mi? anayasada yapılacak değişikliklerin bir sınırı var mıdır? Anayasayı başlangıçta yapan devlet organına anayasa koyucu veya kurucu organ denmektedir. Anayasayı yapan kurucu organ tarafından yürürlüğe konulmuş mevcut anayasayı değiştiren anayasa değişikliğini yapan yasa koyucu veya yasama organı olarak tanımlanmaktadır.
Anayasa koyucu, kurucu asli organın yarattığı yürürlüğe koyduğu anayasa hükümleri ile ortaya çıkan bu hükümler doğrultusunda ulusal egemenliği paylaşan organlar yasama, yürütme ve yargı kuruluşların hemen her yetkililerin dayandığı olan anayasa normlarına kayıtsız ve şartsız uymak onları uygulamakla yükümlüdürler. Bu bağlamda anayasayı değiştiren organ ki bu yasama organıdır. Hem mevcudiyeti hem de yetkilerini değiştirmeyi amaçladığı mevcut anayasa hükümlerinden anmakta ve hükümler çerçevesinde görev ve yetkilerini kullanmaktadır. Bu nedenle de kendi görev ve yetkisi ile ilgili temel anayasal esasları değiştirme veya gelişme ve daraltma yetkisine sahip değildir. Anayasayı değişiklik yağarken de yürürlükteki anayasal hükümlerine bağlı olup ancak bu hükümlerin olanak verdiği ölçüde değişiklik yapılabilir.
ANAYASAYI TAMAMIYLA YÜRÜRLÜKTEN KALDIRIP YERİNE YENİ BİR ANAYASA YAPILABİLİR Mİ?
Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluşları ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. O halde anayasa değişikliği ve anayasanın koyduğu kurallara göre yapılması bir zorunluluktur. Anayasanın tümüyle ortadan kaldırılması veya yeni anayasa yapılabilmesi anayasada TBMMine yeni anayasa yapma yetkisi verilmesine bağlıdır. TBMM inin bu görev ve yetkisi anayasanın 87 ve 175. maddelerinde gösterilmiştir. Anayasanın 87. maddesinde kanun ve sayılan yasama işlemlerinin yapılması yetkisi verilmiştir. 175. maddesinde ise anayasa değişikliği yapma yetkisi verilmiştir. Anayasanın 87. ve 175. Maddeleri anayasayı tamamen yürürlükten kaldırmak veya yeni bir anayasa yapma yetkisi verilmemiştir. Türk hukuk düzeninde anayasada e TBMM ine anayasayı tamamen ortadan kaldırma veya yeni anayasa yapma yetkisi veren pozitif bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu demektir ki TBMM inin anayasa ile düzenlenen yetkileri arasında mevcut anayasayı tamamen yürürlükten kaldırma veya yeni anayasa yapma yetkisi yoktur. Mevcut anayasayı yeniden yazılması da bu kapsamda olup anayasada böyle bir yetki bulunmamaktadır.
ANAYASADA YAPILACAK DEĞİŞİKLİKLERİN SINIRI:
Anayasanın 175. Maddesi yasama organı TBMM anayasada değişiklik yapmaya yetkilidir. Bu değişiklik yapma yetkisinin sınırları de anayasanın 4. Maddesinde dar ve geniş yoruma ihtiyaç bırakılmayacak şekilde gayet açık ve kesin bir dille devletin kuruluş felsefesini oluşturan vazgeçilemez ilkelerini ifade eden anayasanın 1, 2. 3. Maddelerinin değiştiremeyeceği, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği olarak ifade edilmiştir.
Anayasanın 4. Maddesindeki değiştirilemeyeceği, değiştirilmesi teklif edilemez mutlak hükmü, yasama, yürütme, yargı dâhil tüm anayasal organın uymakla yükümlü oldukları bir kuraldır. Anayasanın 4. Maddesinde öngörülmüş bulunan değiştirilemezlik dokunulmazlık hükmü anayasayı yapan kurucu asli organ ile anayasayı değiştirilme yetkisine sahibi tali yasama organının farklılığını açıkça göstermektedir. Anayasanın 4. Maddesinde ön görmüş olan anayasanın temel çekirdeğinin değiştirilemeyeceği hükmü bu anlamda anayasa hükümleri arasında hiyerarşik sıralama niteliği de taşımaktadır. Anayasayı değiştirmeyi yetkili yasama organı bu hükümdeki kurallara uymak zorundadır. Bu maddenin değiştirilmesine yönelik bir teklif veya öneride verilemeyecektir. Bu husus dahi madde hükmünün anayasanın 171. Maddesindeki değiştirilmesindeki sınırlandığını açıkça göstermektedir. Anayasanın 4. Maddesinde kesin olarak bizzat kendisinin de değiştiremeyeceği veya değiştirilmesinde dahi teklif olunamayacağı ilkesi bulunmaktadır. 4. Maddesi hükmü anayasanın çekirdeğini oluşturan 1. 2. Ve 3. Maddeleriyle başlangıçtaki ilkelerin mutlak olarak anayasal mevcudiyetini sağlamayan bir garanti niteliğindedir. Anayasanın 4. Maddesinin değiştirilemeyeceğine ilişkin anayasada bir hüküm bulunmadığından hareketle önce anayasanın 4. Maddesi değiştirilebilir mi şeklinde anayasa hukukçularının görüşü ise hayırdır.
1939 Tarihli Federal Alman yasasını hazırlayan Alman Anayasa Hukukçusu Profesör Teodo 1952 yılında yayınlanmış makalelerinde ilk savunulan normların konulunmuş mantığı teorisine göre bir norm kendi metni içinde bizzat kendisi ile ilgili hüküm koyamaz. Bu teori ışığında konu değerlendirildiğinde anayasanın 4.maddesinin sonuna bu hükümde değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi olunamaz şeklinde bir hüküm yazılması manasız mantıksız abesle iştigal olurdu. Yasaklayıcı hükmün altına ayrıca bu hükmün değiştirilmesi de yasaktır” şeklinde bir hükmün yazılması mantığını anlamak da mümkün olmaz.
SONUÇ İTİBARİYLE, Türk Hukuk Kurumu olarak mevcut yasama organının meşruiyeti sağlayan yürürlükteki anayasada “değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilmez hükmü bulunması nedeni ile yürürlükteki anayasanın bütünüyle kaldırıp yeni bir anayasa yapılması hukuken mümkün değildir. Anayasa değişikleri teklifi yapılıp tartışılıp öncelikle bu hukuki bağlayıcı noktalardan hareket edilerek konunun bir uzlaşmanın sonucunda ise sağlanması ise kaçınılmazdır. Türk Hukuk Kurumu olarak bizim görüşlerimiz Haziran 2011 de yayınladığımız bu bildiriyle belirtilmiştir.
MEVCUT KARGAŞAYA BAKINCA NE OLACAKTIR.
“Şimdi bir tarafta Cemil Çiçek bir tarafta Bülent Arınç bir tarafta parti sözcüsü Hüseyin Çelik’i görünce ben içtenlikle söyleyim; bu oportünizmin yani kişinin menfaatine en uygun yolu seçmesini ve fırsatçılığı kendine esas etmiş bu kişilerin önderliğinde bir anayasa değişikliğinin yapılmasında mevcut hükümetin ya da iktidarın çok samimi olmadığını sezinliyorum. Böyle bir şimdilik oyun oynuyorlar bakalım ne zaman kokusu çıkacak diye de bekliyorum. Milletin ve halkın egemenliği hakkın yetkili herhangi bir orga eline kullanılacağı anayasanın 7, 8 ve 9. Maddelerinde çok net bir şekilde belirtilmiştir. Türk Milleti yargı yasama yetkisi adına TBMM ince yargı yetkisi yine Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce yürütme yetkisinin de görevinin de cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulunca anayasa ve kanunlar uygun şekilde kullanılacağı açıkça belirtilmektedir.
Demokrasinin tüm kuralları ile yerleşmedi içselleştirilmediği toplumlarda yürütmeyi elinde bulunduran güç yasamayı yönlendirmeye, yargıyı baskı altında tutmaya bir çaba göstermektedir. Bu bir erke sahip olanın onu kötüye kullanmaya meyilli olduğunun en açık kanıtıdır.
On yıldır AKP iktidarı ülkede vesayet rejimi var diyerek Laik T.C. nin kuruluş felsefesini ve ilkelerini oluşturan Kemalizme ve Kemalizmi savunucularını, kuruluşlarını yargıya ve üniversitelere özerk kurumlara ve kişilere karşı sinsi bir savaş yürüttüğü de açıktır. Bu savaşı milletvekili çoğunluğuyla değiştiremeyeceğini veyahut da kazanamayacağını anlayınca, bir referandum oylamasına gitmiş, açık söylemek gerekirse yüzde 57-58 ye yakın bir zaferle çıkmıştır.
Daha önceki HSYK unu savunduğumdan değil, ama mevcut durumu bir de yıllardır hukuk camiasının içinde olan kişi olarak da ehvenişer olarak da gördüğümü açıkça belirtiyorum. Ancak bu zafer her nedense AKP iktidarına yetmedi. Bunu kalıcı oluşturulması 1923 te başlayan Anadolu Devrimi’nin ruhu öldürmesi anayasanın genel esaslar başlığında 1 ve2. 3. Maddelerinin hükümlerinin değiştirilmesi ve anayasanın değiştirilmesi 174. Maddesinde belirtilen Devrim Kanunlarından kurtulmak bunların şiarı haline gelmiştir. Çağdaş toplumlar düşünen toplumlardır. Cemaatler ise böyle görevleri yoktur, onların için inanç yeterli derecede bir siyasi davranış biçimi olarak yeterlidir.
Çağdaş sınıflara dayalı çağdaş toplumlara dayalı demokratik bir düzen anayasası mı, yoksa cemaatlere, tarikatlara dayalı cemaatle anayasası mı? Bu sorunun özü bu. Bu soruya verilecek yanıt da bu sorunun özünde ve sorunun kendi içerisindedir. Ülkenin insanlarının inançlarının ciddi sorunları varmış gibi, mevcut iktidar her gün ortalığı karıştıran, her düzlemde düşüncenin karşısına inancı diken bilim yuvalarına Evrim Teorisini dışlayarak yaratılış teorisini dayatan zihniyetin eşitlikçi özgürlükçü bir anayasa oluşumuna olanak tanıyacağını sanmak saflık değildir.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın slogan haline gelmiş bir yazının da belirttiği gibi, “elbette özgürlükçüyüz ama salak değiliz” tamlaması tam burası için uygundur. Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, devrimci, bilim ve insanı esas alan farklılıkları gözeten, emeği en yüce değer sayan ülke bağımsızlığını, bütünlüğünü savunan laik, demokratik, sosyal hukuk ilkelerini benimseyen bir anayasanın gerekli olduğuna ben de inanıyorum. Ancak bu yeterli değil. Cumhuriyeti tasfiye etmeye amaçlayan bu gelişmenin başa çıkartmanın yolu vakit geçirmeden tam bağımsızlıkçı, eşitlikçi, özgürlükçü, halkçı, devrimci, bir iradeyi ortaya koymak birlik ve bütünlükten yana olan bir duruşu yaşamın her alanına yaymak da, savunmak da bizim hepimizin görevidir.
Son zamanlarda özellikle yandaş medyada “müesses nizam yıkılmıştır, müesses nizam can çekişiyor” teraneleri başlamaktadır. Bunların müesses nizamdan anladıkları eğer derin devletse ben o görüşte değilim. Şimdi müesses nizam bir ülkenin doğal sahibi veya yöneticisi olduğunu düşünen gruplar bütünüdür; bu sermayedir, bu askeriyenin bir kısmıdır, bu seçkinlerdir, bu birtakım yazar ve Cumhuriyet karşıtlarıdır. Konuma her zaman değişiklikler de arz edebilir. Bundan üç dört yıl evvel de müesses nizamın bu anladığım anlamda bir el değiştirdiğini düşünüyordum ama gelen o ki, AKP nin yarattığı bir sermaye grubu daha evvelki müesses nizamın olduğunu ileri süren sermaye grubuyla büyük bir anlaşma içerisine girmiştir. Hal böyle olunca özgürlüğü tam bağımsızlığı ve demokrasiyi savunmak yine bizlerin emeği savunanların ve bu konuda şimdiye kadar düşmüş arkadaşlarımızın yolunda ve aydınlık geçmişlerinde bulmakta yarar görüyoruz”.
AV. CELAL ÜLGEN DE “YARGISIZ ADALET, ADALETSİZ YARGI” PANELİNDE ŞU AÇIKLAMALARDA BULUNDU:
“ Bu sabah gazetelere barken, Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber ile karşılaştım. Orada bu durum anayasaya aykırıdır” gibi bir başlık atılmıştı. Polislerin yargıçlara verdiği bir brifinkten söz ediliyordu. Çok ilginçtir, bu brifing bize hiç yabancı değil. Biz Ergenekon denilen davanın Terörle Mücadele şube müdürlüğündeki polisleri ile aynı soruşturmayı yürüten soruşturma savcılarıyla ve arama, el koyma, dinleme kararı veren yargıçlarıyla bir tekne gezintisi yaptıklarını, arkasından da iftar yemeği yediklerini biliyorduk. Bunun fotoğrafları ODA TV davasında yayınladığı için de ODA TV çalışanları daha önce mahkemeye verilmişti. Şimdi aynı gerekçeyle de “sizler Ergenekon’un medya görüntüsüsünüz, çünkü polislerle, yargıçların, savcıların yemek yediklerini deşifre ettiniz” diyorlar. Bu cesaret nereden geliyor? Hukuka bizimle resmen alay eder gibi, açık açık yapılan bu davranışların cesareti nereden geliyor? HSYK unu bütün ülkenin gözünün içine baka baka korkusuzca değiştirdiler. Bir tek güvenceleri vardı. Bu ülkenin aydınlarını, bu ülkenin üniversitelerini, bu ülkenin bilim yuvalarını susturduk, artık onlardan korkmuyoruz” diyorlardı bunu gerçekleştiriyorlardı.
Gerçekten bu gün Türkiye’de yargı bağımsızlığından ve hukukun üstünlüğü ilkesinden söz etmenin imkânı yok. Eski HSYK ile bu HSYK yı karşılaştırmaya da gerek yok. Çünkü hukukta çok önemli bir söz vardır, “sui istimal misal olmaz”. “Eskiden hata yapılıyordu diye şimdi de o hatanın karşılığı hata yapılıyor”, gerekçesi hiçbir zaman özür olmaz. Bir çağdaş demokratik, Mustafa Kemal’in kurduğu ülkesi miyiz, yoksa Patakonya’nın ülkesi miyiz?
Ama bir ülkeden aydınlanma devrimi geçmişse, bu ülkeden Halkevleri geçmişse, bu ülkeden Köy Enstitüleri geçmişse, bu ülkeden Mustafa Kemal geçmişse sen bunları bu kadar kolay yapmamalısın, yapmamalıydın.
Peki yargı bağımsız değil, bunu biliyoruz. Özellikle yargı, yargı erkinin İstanbul Adliyesi-Beşiktaş Adliyesi çerçevesinde kullanıyor. Bazan Ankara’yı baypas yapıyor, bazen Erzurum’u baypas yapıyor, Diyarbakır’ı baypas yapıyor, ama yargı erkini Beşiktaş’ta kullanıyor. Bütün bunlar bir yerde tolere edilebilirdi. Yargı siyasi iktidarın güdümüne girse bile, bu ülkenin aydınları, bilim adamları, üniversiteleri ayakta kalabilirdi. Ama ne yazık ki öteden beri karnından siyasi iktidara bağlı olan bir medya gerçeğimiz vardı. Medya, gazeteciler, eğer bağımsız ve özgür olsalardı, eğer korkusuz olsalardı, bu gün yargının bağımsız olmamasını bile tolere edebilirdik. Çünkü hukuka aykırı her şey medyada yer alabilirdi. Bu gün bunlara yer verilmiyor. Bu gün yapılan her hukuksuzluğun üstü örtülüyor. Yapılan her kanuna aykırı işler sanki legalmiş gibi yandaş medya tarafından servis ediliyor ve kamuoyu yaratılıyor.
Bu dönem tarihte isim konulacaksa Cılalı Taş Devri, ya da Yontma Taş Devri gibi bir isim konulacaksa hiç kuşkunuz olmasın bu dönemin adı üretilmiş deliller dönemidir. Türkiye’nin dört bir yanına delil ekiyorlar, sonra hasat zamanı geliyor ve bunları deriyorlar, dedikten sonra da aydınları tutuklamaya başlıyorlar.
ÜRETİLMŞ SAHTE DELİLLER
Üretilmiş deliller konusunda alçak bir çete var. Bu alçak çete üç dönemi yaşıyor, birinci dönem çıraklık dönemidir. Kafes, Poyrazköy, Ergenekon bir, Ergenekon iki, Balyoz bir davalarında bu çetenin ürettiği filii ya da DVD lerin bir biçimde sanıkların egemenlik alanına yerleştirilmesi çıraklık dönemidir. Çıraklık döneminde savunman olarak bunların paçavrasını çıkarttık. CMK nunu bunlara yeniden öğrettik ve ricat ettiler, geri çekildiler.
Bu kez kalfalık dönemi başladı, kalfalık dönemi, Deniz Kuvvetleri Komutanlığının aramasında zuladan çıkarıldığı iddia edilen harddiskler bizim bu kadar anlattıklarımız hukuka aykırılıkların, nasıl giderebildiklerini, giderebileceklerini düşünerek Donanma Komutanlığında zula denilen yere işbirlikçileri vasıtasıyla önceden kurgulanmış harddiskler yerleştirdiler. Arkasından telefon açarak Donanma Komutanlığındaki görevlilere “iki buçuk saat sonra aramaya geliyoruz” dediler. Geldiler arama yaptılar, imajlarını kendileri çıkartmadı. Çünkü orada ne olduklarını biliyorlardı; imajlarını oradaki asker görevlilerine çıkarttılar ve dediler ki, “bu güne kadar bu bu eleştirileri yapmıştınız. Şimdi imajını aldığımız harddisklerin içerisinde bunlar çıktı” dediler. Yanıldıkları çok şey vardı. Orda da paçavraya döndüler.Çünkü 2007 tarihli olduğunu söyledikleri bir harddiskin içerisinde 2009 tarihli bir Cumhuriyet gazetesi kupürü çıktı. Çünkü 2007 tarihinde bu harddiske kayıt yapılmıştır dedikleri harddiskin içerisinde 2008 tarihinde bir başçavuşun ödenmesi gereken su makbuzu çıktı. Burada da sınıfta kaldılar.
Üçüncü dönem ustalık dönemleridir. Ustalık dönemlerinde de ODA TV davasında gördüğünüz gibi, virüsle uzaktan erişimle bilgisayarlara deliller ektiler. Virüsler bilgisayarların güvenlik duvarlarını aştı ve belli merkezin o alçak çetenin gönderdiği suç unsuru taşıdığı belgelerin o bilgisayarda açılmadan kendi kendisini imha etti sildi. Çünkü açılırsa bilgisayarı kullanan kişi onu görecekti. Sildikten kısa bir süre sonra ihbar mektupları geldi. Ve arama yapılarak bilgisayarların silinmiş kısımlarında bu suç unsuru olan şeyler bulundu.
Burada çok ilginç şeyler vardı. Nedim Şener, Ahmet Şik ve Hanifi Avcı da bu davaya dâhil edildiler. Çünkü bu kişilerin isimleri de bu notlarda geçiyordu. Suç unsuru taşıdığı söylenen notlar ya da ODA TV nin Ergenekon’un medya ayağına ilişkin olduğunu kanıtlamaya yarıyan veriler tam bu komedi idi. Ben buyum ben buradayım, gelin beni bulun, ben bu işi yapıyorum diyordu. Burada da ustalık döneminde de çuvalladılar. Çünkü hem Boğaziçi Üniversitesi, hem Yıldız Teknik Üniversitesi hem de Amerika’dan aldığımız bilirkişi raporlarıyla bu dokuz adet Truva atının ne olduğunu da bulduk. Ve bu Truva atlarının bir bilgisayarın ne türlü tahribatlar yaptığını kanıtladım. Bilirkişi raporları ile aynen şu söylendi sonuç olarak: “Bu Truva atı bu bilgisayara girmişse artık bu bilgisayar kullanıcısının bilgisayarı olmaktan çıkmış, Truva atının gönderdiği merkezin bilgisayarı olmuştur” diye raporlar böyle söylemeye başladı.
Bu dönem bütün bunları anlatıyoruz. Bunları kanıtlamaya çalışıyoruz. Fakat karşımızda mahkeme sessiz, mahkeme suskun, mahkeme duvar. Anlat anlatabildiğin kadar hiçbir şey dinlenmiyor. Hatta zaman zaman sizin anlattıklarınıza başlarını sallayarak kabul ediyorlar. Evet, doğru diyorlar, ama iş karar vermeye gelince ama iş tutukluluğun incelenmesine gelince her şey bitiyor. Büyük bir toptancılıkla büyük bir kararlılıkla bütün yargıçlar sözbirliği etmişçesine tutuklama yönünde karar veriyorlar. Sonra dönüpbize zaman zaman “itiraz edin canım2 diyorlar. Sonar çok kızdığımız zaman “reddi hakim talebinde bulunun” diyorlar.
Barolar Birliğinin yaptığı bir etkinlikte, barolar birliğine büyük katkı veren bir hocamız “avukatlar bol bol itiraz etsin” dedi. Olacak şey değildi. Avukatlar itirazdan daha çok fazlasını yapıyorlar, haberi yok hocanın itiraz etsinler diyor, itirazla her şey çözülür, ama bir gerçek var. Ceza Mahkemesinin kurumları yok. Reddi hâkimde bulunmanızın bir yararı yok, elinizde tornadan çıkmış 40 tane sopa var. Siz dayak yerken onu beğenmediniz, onun yerine gelecek ikinci sopa olacak aynı olacak. Biri kavak biri meşe olsa diyeceksiniz ki kavak ağacından yapılmış sopa beni biraz daha az acıtır onu seçeyim, değil hepsi aynı. Yargıçlar da aynı böyle. Hiç biri birinden farkı yok.
Kime itiraz edeceksiniz? Numaraca bir üst mahkemeye, numaraca bir üst mahkeme, yani dokuzun kararına on a itiraz edeceksiniz, on un hiç farkı yok ki. Farkı vardı ama bir zamanlar. O farkı olduğu zamanlarda dahliye kararı verenler bu gün nerde yok, Peki tahliye yönünde mütala veren C.Savcıları nerede? Yok, hepsi dağıtıldı. Peki o zaman siz CMK nundaki icra müessesesinin, itiraz kurumunu hala var olduğunu söyleyebilir misiniz? Redihakim talebinin var olduğunu söyleyebilir misin? Onun yerine aynı nitelikte başka biri gelecek. Ve böyle sıkıntılarla sürüp gidiyoruz.
Dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir şey gerçekleşti. Ben ona Karababa kararı diyorum, çünkü o kararı veren yargıcın soyadı Karababa idi. Anımsıyacaksınız ODA TV davasında göz altına alınan Ahmet Şik’n Fetullah Gülen’le ilgili toplatma kararı idi. Daha kitap basılmamıştı. Sadece dijitaldi hatta daha ilerigidelim ara sırasında ODA TV nin bilgisayrından çıktığı iddia ediliyordu. ODA TV nin de imajı verilmişti bize. O imaj polis tarafından bu karara dayanılarak geri istendi. Dava açılmadan önce ve polis gelip aldı. Neye dayanarak bunu aldınız dedik, böyle bir şey olmaz, yayınlanmamış kitabı nasıl toplatırsınız kaldı ki kitap toplatmak çok ayıp dedik. Dediki bizkitap toplatmadık ki. Pekine yaptınız? Şimdisize söylüyorum ne yaptıklarını. CKM nin 123. Maddeyi uyguladık dediler.
123.maddeyi okuyorum. İspat aracı olarak yararlı görülen eşya ya da kazanç müsaderesinin mal varlığın değerleri muhafaza altına alınır. Yanında bulundurulan kişinin de bu tür eşyaya el konulabşilir. Kitap değilmişdemkeki eşya imiş. Toladıları eşya imiş. Bizimle alay eder gibi bütün hukuk kurullarıyla barolarla üniversitelerle alay eder gibi bir mahkeme kararı bu.
O tarihte dedim ki bunun imajının bende olmasını çok isterdim. Çünkü bunu vermememin suçunu işlemek isterdim. Ahmet Şık’ın avukatları tarafından verildi. Ama sonra çok geçmeden tekrar imajlar iade edildi. Komik, komedi imaj nedir ki? Sen imajı alıp tekrar neden veriyorsun? O zaman sen kendi delilini sakatladın. İmaj kim ile kim arasında güvence oluşturur.
Bizim polisimiz, savcılarımız, savcılarımız gidiyor bir dijital veriye el koyuyor, el koyuyor getiriyor emniyet müdürlüğüne ve emniyet müdürlüğünde arkadaşlarıyla beraber çala oynaya güle söyleye imaj çıkarıyorlar kendi kendilerine. Kardeşim imaj öyle çıkmaz ki, o imaj değil ki. A noktası el koyma anıdır, orda tanık da vardır, tanığı temsil eden ekibi vardır. B noktası sanıkta yakalanılan belgelerin polisin egemenliğe gittiği noktadır. C noktası polisin bu bilişim verilerini bilirkişilerine teslim ettiği andır. Sen eğer A noktasında imaj almadınsa, sen aya karşı zehir sağlığını ve bütünlüğünü kaybettin. Senin aldığın imaj seninle birlikte bilirkişi arasındaki delili doğrular. Sanıkla senin arandaki değil, sen en önemli delili o zaman kaybettin. (Bunları aslında görüntülerle anlatmak isterdim. İnşallah bir başka günde bunu yapacağız).
Bu gün içinde bulunduğumuz hukuk sisteminin iki tane temel makinesi var. Birisinin adı YESMATİK, öbürünün adı REDMATİK. Yesmatik, savcılar tarafından getirilmiş ne varsa emniyetten kollukta getirilmiş ne varsa o makineden geçiriyorlar, savunmadan gelmiş ne varsa onu da redmatikten geçiriyorlar. Her şey önceden belli. Ret ya da kabul önceden belli. İşte yeni Türkiye’miz bu. Uğur Mumcuların, Muammer Aksoyların, Bahriye Üçokların ülkesi yeni Türkiye’dir bu. Önce aydınlarımız bombalayarak yok ediyorlardı, Şimdi de tutuklayarak, delil ekerek ve iftira atarak yok ediyorlar.
Daha sonra paneli yöneten Ankara Barosu Başkanı Prof Dr. Av. Metin Feyzioğlu şunları söyledi:
“Artık adacıklar halinde savunma yapmanın veya adacıkları savunmanın her ayağı çoktan geçti. Çok öngörülü bir bilim adamı ve yazar, öngörüsünü ileri görüşlülüğünü olayları çok önceden doğru tespit etmesi yeteneğini bir yazısından okuyacağım.
ŞİKE yazısı. İnsanın kabul edebileceği bir şey değildir. Bir de Van’a yetmiş bin kişi hala çadırda bu soğukta çadırlarda yaşıyor. Milletvekillerinin maaşlarının artırılmasından ziyade, düzenlemenin çok sinsi bir şekilde gece yasalaşması, yine gündemden düşürüldü. Mesela Deniz Feneri bir tabudur. Dink cinayetinin beş yıl süren dava seyri, bunda sorumluluğu olan bürokratları ödüllendirilmesi ya da iktidar tarafından siyasete atılması. Bunların üzerine gidilmesini istemeyen bir ileri demokrasi olabilir mi? Uludere’de Türkiye tarihinin en trajik olaylardan birini medya görmezden geldi. Katliam 21.30 olmasına rağmen basın ertesi gün saat 12 ye kadar sustu. Bu talimatı kim verdi. Bel ki de birisi düğmeye bastı. Biri Türkiye medyası için düğmeye basabiliyor. O zaman bunun tek parti rejiminden ne farkı var.
Vallahi billahi yetti arık diyor. Yetmez ama “evet demiştim on binleri on binleri ikna etmeye çok uğraşmıştım. Ama yetti diyor. Yakında tekrar demokrasi kahramanı ilan edilirler. Yurdunda doğruları zamanında ve zamanından önce söylemek meziyet değil, doğrular olup bittikten ve herkesin başına binalar çöktükten sonra söylemek çok önemli bir haslet olmuştur. Daha önce bu salonda hiç kimsenin söylemediği, aklından bile geçirmediği toplumu uyaramadığı her şeyi mükemmel bir sıralamayla söylemiş az söylemiş.
Ana gündem faşizmdir, bildiğiniz faşizm, faşizm hepsini kapsar. Hiç bir demokratik şeri düzen gördünüz mü? Zaten şeri düzenler faşisttir. O yüzden şeriat savunuculuğu şeriat karşılığı bunlar geçti. Yargının siyasallaşmasını da geçti. Olayın tespitini doğru yapalım, olay faşizmdir. Faşizmderken hiç de küçültmüyorum, faşizm derken. Olayı anti laik diye ortaya koymaya başladığınızda emin olunuz karşınızda kitleler var. Ama olayı faşizm dediğiniz de ve doğru tespitle ortaya koyduğunuzda yanınızda çok daha fazla kitle göreceksiniz. Bu gün anti laiktir, emperyalisttir; yarın döner ırkçı milliyetçi olur. Öbür gün üçü birden olur. Bir başka gün fikir değiştirir ve bu virajları müthiş bir kabiliyetle alır. Çünkü örgütlü toplum yoktur. Basın yoktur ve siyasi iktidar her türlü virajı en kestirme, en keskin virajları bile gündem değiştirerek almakta serbesttir. Tespiti doğru yapalım,hastalığın tedavisi için doğru teşhis gerekir.
Faşist bir düzenden geçiyoruz. Teselli şudur; insan doğasına aykırı olduğu için faşizm, ilelebet kalması mümkün değildir. Konuşmalarımıza faydası nedir? Öyle bir propaganda mekanizması işlemekte ki Türkiye’de, bunları konuşup birbirimize olanları hatırlatmadığımız, anlatmadığımız, aktarmadığımız takdirde, kendi bildiğimizden dahi şüphe duymaya ve insanları başka malzemelerden yoksun kalmaya başlarız. Tablonun içine çok girdiğimizde gördüğümüz manzara değişir.
Sanatta, görsel sanatlarda estetik aralığı diye önemli kavram var. Esteti karalığı bir tabloya hangi mesafeden bakılırsa en doğru perspektifin yakalanacağını, hangi mesafeden hangi ayrıntıların kaçırılacağını veya hangi mesafeden ayrıntıların sadece ayrıntıların görüleceğini ifade eden bile kavram.
Bir dostum filanca parti bölünüyor biliyor musun, dedi. Neden içindekiler görmüyor. Bunu ben görüyorum, filan nasıl görmüyor diye bir düşünceye kapıldığınız oluyor mu? İşte bunun sebebi estetik aralığını siz yakalıyorsunuz, siz doğru görecek bir mesafedesiniz.
Benim Ergenekon davaları dedikleri süreçte bizde hiçbir vekâlet yok. Çoğunuz Silivri mahkemelerini görmüşsünüzdür. Görmeye devam edin çünkü o manzaralar tarih. Anlatacağınız olaylar oluyor, çocuklarınıza, onların çocuklarına. 22 senelik akademik kariyerimin içindeyim. 16-17 senedir ders veriyorum. Öğrettiğim her şeye aykırı (Silivri Mahkemelerindeki olaylar) 97 den beri fili avukatlık yapıyorum. Uyguladığım, bildiğim her şeye aykırı. O zaman ben bunları kabul edemiyorum, bünyem almıyor. Ama bu bize bir kültür veriyor. Öğrendiklerinizin tamamını unuttuğunuzda geride kalan tortu, bende kalan tortu şu: Bu davalarda avukatlık yapanlar müthiş bir mücadele yürütüyorlar. Tarihe geçiyorlar, ama Türkiye sınırları içinde sadece, mahkemeyi kastediyorum, tarihe not düşmek.
Türkiye’de faşizmle mücadelede çok güzel şeyler oluyor. Gerçekten güzel adımlar atılıyor.
Bir bu salonda yaş ortalamamız 40-45, bu yaş ortalamamızı düşürmemiz lazım. İçinde yer aldığımız toplumda, örgütlerde yönetimleri gençleştirerek; yönetimleri gençleştirdiğimizde yaydığımızda, belli yerde gençlere tıpa görevi olmayalım diyorum, olabildiğince gençleştirelim. Cumhuriyeti kuranların, o günlerinde 30 yaşlarında olduğu bir ülkede, neler oluyor iyi şeylerin adına.
Bir Turgut Kazan müdafaası yaşadı Türkiye’de, tarihe geçti. Bugün herkesin haberi olmayabilir. Yarın bu sayfalar okunduğunda tarihte önemli bir yer edindi. Turgut Kazan duruşmada yaptığı, duvara çarpan taleplerini aynen birebir dışarıda, adliyenin dışına basına dile getirdiği için, Erzurum Savcısının “beni terör örgütüne hedef gösteriyor” suçlaması ile yargılanmaya başlandı. Terör örgütü dediği Ergenekon’du. Böyle bir örgütün varlığını mahkeme sabit görmemiş olduğu halde, terörle mücadele eden personel ise C.Savcısı idi. Böylece iki şey aynı anda oldu. Bir C.Savcısı terörle mücadele personeli sayıldı, polis gibi. Varlığı sabit olmayan bir örgütün hedefi göstermekte ilk defa suç konusu yapıldı. Bu iyi olan kısım değil. İyi olan kısım elliye yakın avukatın anlamlı sayıda baro başkanının hep birlikte gidip Turgut Bey’in gidip yanında yer almasıydı. İleride hüküm kesinleştiğinde ben o duruşmada gözlerde ne gördüğümü sizinle paylaşacağım, ileride.
Ordaki savunmaların birinde şu söylendi, Turgut Bey’den sonra: Sokrat’ı idam eden hâkimlerin ismini hiç kimse bilmiyor. Ama Sokrat’ın savunması ders olarak okutuluyor. O hâkimlerin, eziyet eden savcıların hakimlerin isimlerini bilmeyeceğim. Çok gerek de yok. Ama mazlumların isimlerini hep hatırlayacağız.
Fransız İhtilalını unutmayın; İhtilaldan 20-22 sene sonra krallık geri dönmüştü. Ama Fransız İhtilalı dünyadaki toplumların önünü açtı. Çağ kapadı, çağ açtı. O yüzden iyi şeyler olduğunu görelim.
Başka neler oluyor; Hopa davasında Marks’ın Engel’sin kitapları dava delili oldu. İddianame ekinde yer aldı. Öğrenciler alay ettiler; bu iyi bir şeydi. Nasıl alay ettiler, şöyle alay ettiler? Mesela çocuklardan birisine devlet malına zarar vermekten suçlanıyordu. Dedi ki, “ben devletten şikâyetçiyim, çünkü kafamı cama geçirdiler cam bana zarar verdi. Marks’ın Engels’in kitaplarının dava delili iddianamenin eki olduğu yerde “bir delil sunuyoruz” dedi çocuklardan birisi. Cezaevinin görüldü kaşesi var üzerinde. Marks’ın kitabı; yani cezaevine girmesi serbest bir ders kitabı. Ama tabi aynı davada şemsiye de bir silah olarak sunulmuştu. Yumurtalar da silahlı terör örgütünün silahı kapsamında takdim edilmişti. İyi olan ne burada, toplum mizah duygusuyla veya mizahı kullanarak mücadeleye başladı. Mizah devreye girdiğinde faşizm yıpranır.
Ciddiye almamaya başladı insanlar. Dalga geçmeye başladı. Aynı husus artık her yerde biliyorlardır. Örneğin, o firkateyn komutanının teslim olduğunda, ben geldim dediğinde Japonya’dan, filo komutanı, dur hele öğleden sonra alacağız ifadeni dendikten sonra, kaçma tehlikesi sebebiyle tutuklanması. (Salonda gülüşmeler) Gülüyorsunuz, artık insanlar gülmeye başladı, bunlara; inandırıcılığı kalmadı.
O meşhur davaların birinde tanımadığım bir sanık şöyle bir savunma yapıyor: “Şimdi şu dediklerimi siz benden çok iyi anlarsınız”,diyor hâkimlere, “çünkü siz benden zekisiniz” diyor. Şöyle bakıyor hâkimler de. Çünkü diyor, ben eğer sizden zeki olsaydım ben orda oturuyor olurdum; siz de benim yerimde olurdunuz, ispatladım değil mi” diyor. (Salonda gülüşmeler). Şimdi bu alay bu.Buna inanınız sulh cezada söylesek tutuklanırız ve doğrusu da bu. (Gülüşmeler)
Hâkimle alay ettiğinizde sulh cezada tutuklar sizi. Hiç kimsenin bir yargılama olduğuna inanmadığı ortama girdik. Adalet mülkün temeli ama adalet aynı zamanda meşru bir hükümdarın da temelidir. Dolayısıyla siyasi iktidar adalet mekanizmasını ele geçirmekle kendi meşruiyetini yok etti. Geldiğimiz nokta bu.
Bunun üstüne Avupa’da Hamurberg raporu yayınlandı. Çok önemli bir rapor. Son derece önemli, Hamurberg Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri.
Basın özgürlüğü diye başlayan sonunda, Türkiye’de yargı bağımsızlığı yoktur, yargı siyasi iktidarın eline geçmiştir” diye bir rapordur bu. Bu çok önemli bir gelişme, Çünkü Amerika’nın, İngiltere’nin belli başlı gazetelerinde benzer tespitler yayınlanıyor. Demek ki dünyadaki meşruiyette artık sorgulanıyor. Ülkedeki meşruiyetini yitiren, dünyadaki meşruiyeti sorgulanmaya başlanan bir siyasi iktidar dünyanın başka hükümetlerin geçici desteği ile böyle devam edemez. Yola böyle gidilmez. Bu bir dönüşüm demektir bu başladı. O yüzden umutsuzluğa kapılmanın hiç zamanı değil, ucunu görmüşken, ışığı görmüşken hiç zamanı değil. Işığı gördük, en azından ışığı göreceğimizi gördük.
Bir taraftan Türkiye’de anlatmaya devam etmeliyiz. Eksik kalan kısmı Hamurberg’in yanında yer alıp dünyaya anlatmaya başlayarak devam ettirmeliyiz. Ankara Barosu Hukuk Kurultayındaki sonuç bildirgesindeki bilgileri çeşitli dillere tercüme ettik, yabancı basına geçtik. Benzer çıkışları tarafsız sivil toplum örgütü niteliğindeki kuruluşların da yapmaya başlaması lazım. Dünya kamuoyunu harekete geçirmek adına mücadelenin sadece ülke sınırları içinde hapsedilmesi doğru değil. Türk’e Türk’ten başka yar olmaz şeklindeki hamasi yaklaşımlar doğru değildir. Bu yanlıştır. Hükümetlerden dost olmaz, hiçbir hükmet diğer hükümetin dostu değildir, menfaat ilişkileri ile yürür. Ama dünya kamuoyu da öyle değildir. Dünya kamuoyunu entelektüel kamuoyları oyları doğru bilgilendirildiklerinde doğru tespitler yapabilirler. Doğru adımlar atabilirleri doğru adım attırabilirler. Kendi hükümetlerini de etkileyebilirler.
Yargı bağımsızlığını bitirse bile basının ayakta durduğu bir ülkede durum bu kadar kötü olmazdı. Gerçekten bu doğru, zaman zaman Avrupa’lılar şunu söylüyorlar Macaristan’da da bir otoriterleşme var. İtalya’da da benzer bir eğilim var. Yani Avrupa otoriterleşiyor değil, hükümetleri tabi denetimsiz bırakırsanız her hükümet her siyasi iktidar otoriterleşmeye meyillidir.bunda kuşku yok. Ama bu eğilimlerin karşısında Avrupa’da haklarını kendisi kopara kopara almış bir toplum olduğu için onlar özgür basından vaz geçmiyorlar. Onların “kötüleşiyor” dediği durum bizim şu an hayallerimizi süsleyen bir durum ve daha da ileri gitmeyecekler. Hemen toparlayacaklar, çünkü zor edinilen haklara yönelik her saldırı belirtisi şiddetle karşılanıyor. Bizde ise şöyle bir tespitim var. Yakın zamana kadar işler kötü gittiğinde nasılsa düdük çalınır diye bekleyen bir toplum ve örgütsüz kitleler olduğu için, akıntıya kapılıp bu sırada menfaat temin edip çok daha cazip idi. İşadamları sermaye, sendikalar, büyük kitleler ve büyük kitlelerin önünde yer alması gereken yapıda kanaat önderleri ya da örgütler akıntıya dur demediler. Ama bu akıntıyı daha da güçlendirdi. Kimse de çok şükür düdük çalmayınca çok şükür çalmayınca bir de baktılar ki artık o akıntının sahipleri artık kendilerine ihtiyaç duymuyor. Çünkü işlevlerini yitirdiler. O yüzden “yetti artık” diyorlar.
Vallahi billahi yetti”!
Not: Bu bir bant çözümüdür.
Cevat Kulaksız
Yorum Gönder