Cumhuriyet Kadını Muazzez İlmiye Çığ'ı Ayakta Alkışladılar - Cevat Kulaksız

“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk ulusu denir. Türk ulusu bir halk yönetimi olan Cumhuriyetle yönetilen bir devlettir”. “Türk devleti laiktir, her yetişkin dinini seçmekte serbesttir”. Onun dini kendi vicdanı ile arasındaki olgudur”. Atatürk
Eğer bir toplum laik yasalar ve akla dayalı, bilime dayalı yasalara sahip olamazsa, o toplum cehalet içinde yeniden geriye gidecektir ve gelişmeye imkân tanınmayacaktır. Atatürk
Cumhuriyet Kadınlar Derneği (CKD) ve Cumhuriyet Gazetesi’nin ortalaşa 19 Şubat 2012 günü Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenledikleri, Bir Devrim Yasası Olarak Medeni Yasa “Kulluktan Yurttaşlığa” panelinde konuşan tanınmış Sümerolog Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ, panele gelişinde ve çıkışında ayakta alkışlandı .
Çoğunlukla orta yaşlılar ile daha yaşlıların izlediği panelde sunucu Av. Meral Özaygen, Muazzez İlmiye Çığ, CKD Genel Başkanı Av. Şenal Sarıhan konuşmacı olarak katıldılar.
Türkiye’nin 95 yaşındaki en yaşlı Sümerolog tek Bilim adamı olan Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanat Merkezine panel için gelirken ve panel sonrası seyirciler tarafından ayakta alkışlandı, onunla hatıra resmi çektirmek için sıraya girdiler.
Av. Meral Özaygen panelistlerin özgeçmişlerini, meslekteki başarılarını dinleyicilere tanıttıktan sonra konuşan CKD genel başkanı av. Şenal Sarıhan, Devrim Yasası Olarak Medeni Yasa konuşmasında görüşlerini şöyle açıkladı:
“…Konuşmamı uzun tutmayacağım, çünkü hepinizin Muazzez Hanım için burada olduğunuzu biliyorum. Medeni Yasa’nın kuruluş yıldönümünde neden panel yapma gereğini duyduk bu gereksinimin nereden doğduğunun esas bunu anlatmaya çalışacağım.
Hepinizin bildiği gibi, Mecelle vardı Cumhuriyetin ilanından önce ve Mecelle çok sayıda hükümden oluşmasına rağmen ancak üç yüz maddesi ile halkın gereksinimini karşılıyordu. Karşılıyor durumda idi. Ama sonuç gereksinimin karşılanıp karşılanmadığını, halkın gereksinimlerine yanıt verip vermediğini de sorunu değildi elbette. O muazzam devrimi gerçekleştirmiş olan, emperyalizme karşı direnerek ülkelerinin bağımsızlığını kurmuş olan devrimci önderler bunun yeterli olmadığından, bunun üzerine toplumu yönetime taşıyacak, toplumu bütün konularda ortak, eşit yurttaşlar haline getirebilecek yeni düzenlemeler yapmak durumunda idiler. Çünkü öyle bir enkaz devralınmıştı ki burada sadece kullar vardı, teba vardı. Yıllarca bir insanın köle olması, yıllarca bir insanın birey olamaması elbette o insanda baş eğen, başını aşağı doğru tutan ya da, boyun eğen ruh hali yaratır. Toplum emperyalizme karşı direnmişti ama padişahın karşısında el pençe divan durmuştu.
Şimdi bu toplumun birey olduğunu hissettirmek gerekiyordu. İşte demin ifade ettim, yeni yasal düzenlemeler yapma gereksinimi var ki, yaparak aslında bugün olduğu gibi toplumları germek için değil, toplumların demokratik bir ortamda kardeşçe eşit hak paylaşımı ile bir arada yaşamalarına olanak veren metinlerdir. Bu yapıları da yapma gereksinimi vardı. Kurtuluş mücadelesini gerçekleştirmiş olan devrimci önderlerin başka bir saptaması daha vardı. Bu saptama neydi? Bu güne kadar hükümdarlar ya da padişahlar hangi afyonu ya da hangi silahı kullanmışlardı e bu silahı gerçek anlamda gerçek değerinde değil de sahiplerine iade edilsin ve kendileri önünde eğilsin diye uygulamışlardı. Bu ne yazık ki dindi. Din uygulayıcılar tarafından kadınlarla kadılarla, müftülerle, şeyhülislamlarla bir baş eğme aracı gibi kullanılmıştır. Vicdanlarda kalması gereken din, toplumu yöneten bir araç gibi kullanılmıştı. Bunun bu değişikliklerin ilk işaretini Mustafa Kemal Atatürk 1923 yılında Bursa’da verdiği bir konferans sırasında, bir hitapla ifade ediyordu. Diyordu ki burada, “toplumlara uygulanan kanunların akılcı bir zihniyetle hediye edilerek konulması gerekmektedir”. Akılcı bir zihniyetle buradaki akılcı saptaması bundan sonra Türkiye toplumuna T.C. ine, aklın yani bilimin hâkim olacağı anlamını taşıyor idi.
Bir başka cümle yeni Türkiye ne zamana, ne de ihtiyaca uymayan Mecellenin hükümlerine bağlı kalamaz. Yüz sene beş yüz sene, bin sene dini yapılanma, kararla bu günkü toplumu yönetmeye kalkışmak cehalettir” diyordu Mustafa Kemal Atatürk.
Bu da bütün yaşam programlarını çizen ve ideoloji olarak ona önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği ikinci nokta da gerekli idi. Eğer bir toplum laik yasalar ve akla dayalı, bilime dayalı yasalara sahip olamazsa, o toplum cehalet içinde yeniden geriye gidecektir ve gelişmeye imkân tanınmayacaktır.
Bu nedenle diğer yasalarla birlikte medeni yasa içinde bir komisyon oluşturuldu. Fakat hepimizin bildiği gibi, parlamento 1923 ve ertesinde tamamen gelişkin bir anlayışa sahip erkek yurttaşlardan da oluşmuyordu. Onların nasıl padişaha boyun eğmeye tavırları varsa, aynı şekilde kadınları da ezme, kadınları ikincil görme tavırları vardı. Yani birisi bir yere gidiyor, diğeri bir yöne gidiyor, kadınların ve çocukların önünde kendilerini geliştirebilmek için ne gibi olanağa sahip olamadıkları görülüyordu.
Bu sebeple Medeni Yasanın hazırlık çalışmaları için kurulan ilk komisyon 1924 yılında kuruldu. Bu komisyon esas olarak fıkıh ilminden yararlandı. Bir de geçmiş geleneklerden yararlanmak istedi. Ama cumhuriyetçi önderlerin isteği bu değildi. Onlar biraz önce söylediğim gibi yeni anlayışla yasa oluşturmak istiyorlardı.
Bu kez, uluslar arası deneyimlerden yararlanmak ve kendi yurttaşlarını esenlik içinde yaşatan, medeni yasalara sahip olan ülkelerin örneklerine bakmak istediler. Fransa’ya, İngiltere’ye baktılar, Almanya’ya baktılar, yeni bir komisyon oluşturuldu ve bu komisyon sadece Avrupa yasalarını örnek alan bir düzenlemeye doğru yönelmeye çalıştı. Bunun da yeterli olmadığını ifade ettiler dediler ki “bir toplumda farklı ülkelerden yasaları almak mümkündür. Ama aynı zamanda aldığımız yasaların uygulayacağımız toplumun dokusuna uygun bir düzenleme yapmak zorundasınız. Hani şimdi kol nakli, yüz nakli yapıyorlar ya onun doku uyuşmazlığı konusunda aylarca araştıralar yapıyorlar, aynı şekilde Cumhuriyet Hükümeti de Türk Toplumunun gereksinimlerine uygun ve onların kabul edebileceği bir medeni yasa oluşturmak gerekiyordu.
Bu medeni yasa 17 Şubat 1926 Tarihinde yazıldı ve yürürlüğe girdi. Ancak yine de bu yasa bir devrim yasası idi. Devrim yasası sözünün altını çiziyorum, çünkü devrimler toplumların özelliklerine uymak zorundadır ama hızlı ve birden bire yapılmak zorundadır. Eğer onların hızı birden bire olgunlaştıramazsanız arada sorunlar doğar, tepkiler olur. T.C. tarihi aynı zamanda Devrim isyanlarını taşıyan bir tarihtir. Bunları da aklımızda tutmak gerekir.
İsviçre Yasasından yararlandı 1926 meclis yapısında İsviçre Yasasından yararlanırken şu göz önüne alındı:
1-İsviçre’de farklı etnik kökenlerden yurttaşlar bulunmaktadır. İtalyan, İngiliz, Fransız, Alman; farklı ülkelerden, farklım kökenlerden
2- İsviçre yasası basittir. Kadın erkek eşitliği diğer yasalardan daha iyi özenilmiştir ve hâkimlere bağımsız karar verme yetkisi bu yasada tanınmıştır. Bu gün içinde bir sorun olduğu olmaya devam eden toplumsal yaşam için bu düzenlemeler bu noktalar üzerinden İsviçre Anayasa’sı tercih edildi ve bu anayasa esas olarak alındı. Medeni yasa hemen alındı.
Şimdi Medenin yasanın ruhunu açık ve net olarak görmek gerekir. Bu gerekçeden alıntılar yapacağım.
Halkı din adına yanlış ve geçersiz inançlar adına kandırıp düzensizliğe sürüklemiş olan geçmiş yönetimler karşısında bir din adına, herhangi bir kandırmaya yönelmeyeceğiz.
Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleriyle kabul etmektir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumuyla bağdaşmayan yönleri görülüyorsa bu Türk ulusunun belirli eksiklikten değil, biz onu gereksiz biçimde sarıp sarmalamış Ortaçağ örgüsü ve dinsel bazı düzenleme ve kurumlardan ötürüdür. Bunu gereksiz biçimde sarıp sarmalamış olan Orta çağ örgütü ve yanlış kullanılan bazı dinsel kurumlardır.
Gelenek ve göreneklere isim olarak bağlı kalmak davası, Türkiye ortamının koşullarına uygun yasa yapmak istediler. Ama Türkiye toplumunun gerici uygulamalarına değil, ileriye götüren kardeşliği geliştiren, ortaklığı geliştiren bir önlemlere dayanmak istediler. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götürmeyecek kadar ilkel bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çerçevesinde kalmamış, yaşamın gereklerine uygun hareketler zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenek yıkmazsa hiç rastlamamıştır. Devrimler bu konuda en etkili araç olarak kullanılmıştır. Burada şöyle açıklamalar da var. Anadan babadan getirdiğimiz bazı geleneklerle göreneklerimiz var diyor. Ama o davranış iyi bir davranış değildi bunu unutmamak gerekir.
Dinin yasalara girmesi tarihi akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerinin aracı olmuştur. Dini dünyadan ayırmakla insanlığı tarihin bu kanlı kısmından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz taht olan vicdanı ayırmıştır, sene 1926
İslam devletlerinin en güçlüsü bin yıllık geçmişe varan töreleri altı aylık bir sürede yürürlükten kaldırdı. Tarih hiçbir ülkede bu kadar köprü ve ayni bir değişikliğe örnek gösteremez. Bir ülkede ve toplum üzerinde yapılmış bundan cesur bir devrim yoktur. Sadece yasada değil, bütün yasalar aynı kararlılıkla yürürlüğe kondu. Çünkü emperyalizme karşı bir mücadele etmiş bir halkı herhangi bir biçimde geri adım atması mümkün değildi.
Sonra ne oldu? Sonra şunlar gelişti.
Dinler durağandır, yasalar yürüyen yaşama ayak uydurmak zorundadırlar. Yasaların değişmesi sırasında yasalar geriye doğru gitmezler. İleriye doğru giderler, ileriye doğru taşınırlar. O feodal yapı daha çok medeni yasada kadın ve erkeği eşit görmeme eğilimindeydi veya görmüyordu. Örneğin aile reisliği vardı. “Ailenin reisi erkektir”, diye bir kavram vardı. Kadınlar erkekle eşitlik mücadelesi verdiler. Dediler ki, bizim ev içi emeğimiz var, çocuğu başkasına baktırsan, temizliği başkasına yaptırsan dünya kadar para eder ve ev kadını da o kadar para kazanırdı. Niçin bu emekler değerlendirilmiyor? Bir boşanma olur da aile birliği bozulursa, neden eşit olarak malları bölüşemiyoruz”.
Kadınların yoğun bir mücadelesiyle, devirde iktidarların katkılarıyla, Kadın Sorunları Genel Müdürlüğü, öteki olumlu katkılarla olumlu yasaların çıkması sağlandı. Aile reisliği bitti, eşitlendi bütün bunlarda anlaşmalar sağlandı.
Sonra kıyamet gene koptu. 99 dinciler de 2002 de AKP liler ayağa kalktılar, hayır bu gerekçeyi istemiyoruz” dediler”; siz medeni kanununa mı karşısınız, devrimlere mi karşısınız?
Biz bu güne 1999 larda geldik. 2000 li 2002 de parlamentoda tartışılan konuların hala 2012 yıllarda tartışıyor olmamız durumu. Kayıplarımız adım adım oldu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün el yazılarından şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk ulusu denir. Türk ulusu bir halk yönetimi olan Cumhuriyetle yönetilen bir devlettir”. “Türk devleti laiktir, her yetişkin dinini seçmekte serbesttir”. Onun dini kendi vicdanı ile arasındaki olgudur”. Din vicdanlarda kalmalıdır, o bir vicdan sorunudur” diyor. Türk ulusunun dili Türkçedir. “Türk dili Türk dokusunun yüreğidir”. Türk ulusu din duygusuyla değil Türk ulus insanlık duygusu ile yan yana düşünüyor.

****

Bu Konuşmadan Sonra Alkışlar Arasında Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ Konuşmaya Başladı.

“Başkanımız çok yararlı bilgiler verdi, yararlandım. Bilip de unuttuğumuz çok şeyleri tekrar hatırladık. Nerden nereye geldik. Ne mücadelelerle buralara geldik. 1924 de meclis medeni kanun, aile yapısı taslağı yapmış. O taslakta şöyle diyor, “ailenin reisi erkektir, kadın okuyamaz erkekle eşit değildir, kadın çalışamaz, şayet çalışırsa hem kendisi, hem etrafı ahlaksız olur, kadın pikniğe gidemez” böyle bir yasa. Böyle yasa taslağı hazırlıyorlar. Atatürk bu taslağı görüyor; diyor ki, “bunu hazırlayanlar hiç mi görmediler, hiç duymadılar şu savaşımızdaki kadınlarımızın yaptığı fedakârlığı, yaptığı yardımları. Onlar olmasaydı belki bu savaşı kazanamayacaktık. Çünkü çoluğuyla çocuğuyla her şeyiyle bize yardımcı oldular. Bunları nasıl elimizle iter de onları ahlaksız görürüz”. Bunun arkasından iki gün sonra öbür yasa, Medeni Yasası çıkıyor. Bu yasayı çıkarmak, diyor haddizatında demir parmaklıklar içinde böyle bir şeyi alıp koparmak kadar zor, diyor. Hakikaten zor, o zihniyette olan insanlara bunları kabul ettirmek çok zor. Ama onun o zorluğu şimdi belirmeye başlıyor. Yani o zorluğu yaşamayanlar,onların çocukları,torunları ve maalesef günümüzün yöneticileri bu gün artık değiştirmek için çeşitli oyunlar yapmaya kalkıyorlar. Ama bunun en önemlisi biz kadınlar, aynı zamanda çocuklarımız, çocukların esamesi yoktu o zamanlar, kadınlar da yoktu.

Kadınlar 1800 lerde nüfus sayımı yapılıyor, katiyen kadınlar yok sayılmıyor. İkinci bir nüfus sayımı yapılıyor ancak erkekler onların isimlerini söyleyebiliyorlar. Kızların adları yok, ama Cumhuriyet geldiği zaman, hem kadınlar kendilerini söyleyebildi, hem de çocukların da bu isimleri yazılıyor, sayılıyor. Cumhuriyetten evvel evlenmeler bir belge ile olmuyordu. Bir imam geliyor, evlendin mi evlendin. Ondan sonra evleniyorlar. Arkasından kafa esti mi boşuyor, üç defa boşsun diyor. Kadını kaldırıp atıyorlardı bir köşeye; bu vaziyette idi.

Eskiden Sümerlerde nikâh hukuki antlaşması bir hâkimin önünde yapılmamışsa o evlilik sayılmıyordu. Gidiyor hâkimin önünde şahitlerle beraber orda yazıyorlar, falan filanla evleniyor şartları koyuyorlar altlarına tarafların imzaları atılıyor ve böyle yapılıyordu. Böyle bir belgesi olmayanın evliliği sayılmıyordu.

Bizim Cumhuriyete kadar bir belge yoktu. Bu ne kadar önemli bir şey. Aile hukuki bir birleşme olarak ortaya kondu. Bu kanundan en çok yararlanan en çok kadınlar oldu, biz kadınlar, o zamana kadar kadın eşitliği yoktu. Birden bire kadınlar erkeklerle eşitlendi; kızlar birlikte okuyacak dendi. Çalışırken eşit olunacak dendi. Birden bire öyle bir şey başladı ki şaşırma oldu. Ama sonra tabi görüldü.

Ben 1925 de iki tarafında erkek çocuğu olan bir aile, bir de 1923 de benim okulumda bir ilkokulunda kocaman kızlar var, erkeler var. Hepimizin başı açık, hiç kimsenin başı kapalı değil. Biz Kuran dersi alıyorduk. Kuran dersine giderken başımızı açık olarak hocanın önüne gider kuran okurduk. Şimdi gidişe bakın, o zaman daha kanunlar yoktu. 1923 ten bahsediyorum. Hatta Cumhuriyet daha ilan edilmemiş zamanından bahsediyorum. 1925-1926 da kızlarla çekilmiş resimlerimiz var, hepsisinin başı açık. Ondan sonra üniversiteye 1936 da gittim, son derece huzurlu, son derece aşk şevkle okumaya başladık. İnanın iki genç kız olarak yatağımızı yorganımızı topluyoruz Ankara’ya okumaya geliyoruz. Ne elimizde doğru düzgün para, ne de bir şey, ne oturacak yerimiz, ne yurt bir şey yok. Gözümüz kapalı kalkıp geldik. Ama inanın hiçbir tacize uğramadık, iki genç kız Eskişehir’de öğretmenlik yaptık en ufak bir taciz olayına rastlamadan, hiç duymadık. Şimdi ben duydukça deli olacağım. Şimdi duyuyorum. Hakikaten duymadık bilmiyorum benim arkadaşlarım gittiği yerlerde, Anadolu’nun çeşitli yerlerine gittiler. Gitmek gelmek ne kadar zordu o zaman. Mesela bir arkadaşım İzmir’den Urfa’ya tayin oluyor gidiyor 18 yaşında. Ağlaya ağlaya annesiyle. O zaman babalar yoktu, babalar savaşlarda şehit olmuşlardı, erkekler, kardeşler hemen hemen yoktu. Savaşlarda ölmüşlerdi. Annesiyle, “eyvah ne yapacağız” diyorlar. Bir de gidiyor ki, o öğretmeni vali, kaymakam kimler varsa karşılıyorlar. Derhal bunu alıyor, “garip bir öğretmen” diye kucaklıyorlar. Orada öyle bir hayat başlıyor ki, onlar İzmir’e tayini çıktığı halde geri dönmüyor 30 sene emekli oluncaya kadar, Urfa’da yaşıyor. Diyarbakır’da bir arkadaş anlatıyor, “o zamanları el ele verirdik sinemaya giderdik, müziklere giderdik hiç kimse taciz etmezdi” diyor. Şimdi tacizlere bakıyorum, şaşırıyorum. Bu bir karşı devrimdir, bunu herkes bilsin.

Biz tarihte eşi olmayan bir devrim yaptık, biz Türk Rönesans’ı yaptık, yani Avrupa’nın 16.yüzyılda Rönesans’ını yaptık. O Rönesans da ne vardı? Dinde bir açılım oldu, onu kullanarak sonra sanayi devrimi başladı. Bizde bu ikisi de yok. O zaman Cumhuriyet Rönesansı başlatır. İşe laiklikle başlandı, herkes dininde inancında serbest, ama din, şahsi yarara kullanılmayacak, devlet idaresinde asla kullanılmayacak. Aynı Rönesans’ın yaptığı gibi bunu yaptık, ondan sonra sanata yöneldik, mesela 1929 ilk defa müzik okulu açıldı. Düşünebiliyor musunuz, müzik öğretmen okulu, öğretmen okullarında müzik yapılsın diye.

Sanata verilen önem, ilk olarak sanatçılar Avrupa’ya gönderildi. Yeni sanatçılar vardı, onlar, masa altında kalmış olanlar pek göze görülmeyen sanatçılar Avrupa’ya gönderildi.

O zamanları, gençlerimiz, insanlarımız bir el sanatı, bir şey bilmiyorlardı. Fabrikalar açıldı, açılmaya başladı, çalıştırılacak adam, vida çevirecek adam bulamadılar. Neden, biliyor musunuz, bunu hiç de kimse kabul edemez. Bizim içimizde olan ekalliyet (azınlık), Ermeni ve Rumlar Türkleri öyle güzel bir uyutmuşlar ki, Türkler Müslüman, “Müslümanlara her şey günah”. Günah diyerek onlar para kazanacak. Bunlardan Türklere hamallık kaldı, bunu o zaman 1936 da Kayseri’de bir esnaf anlatıyor, “hocam” diyor. Bu Atatürk gelinceye kadar burada her şey bize günah diye öğrettiler. Biz ancak hamallık yapabilirdik.

Son zamanlarda bir doçent hanım bir alan çalışması yaptı orada Rumlar aynı şeyi söylemişler, “burada bize her şey bize günahtı, bize ancak hamallık vardı” diye. Böylece düşünün Türkler her sanatla geldiler, Türklerde muazzam bir maden işçiliği vardı. İlk demiri bulan madeni bulan, işleyen Türklerdi. Bu gün Türk mezarlarında Orta Asya ne kadar muazzam mücevherler, el işleri çıkıyor. Kuyumculuk fevkalade idi. Asıl demirle ilgili sanat eserlerini Türkler yaptı, atın eyeri, nalını demir aksanını.

Buraya gelince Türklerin elinden nalları da alınmış. İnanın Kurtuluş Savaşı başladığı zaman Ermeniler gitti, Türklerden bir tek nal yapacak adam bulamamışlar. Azerbaycan’dan nal örnekleri getirmişler Konya’da bir kurs vermişler. Böylece nalbantlığı öğretmişler.

(YAZARIN NOTU: Kurtuluş Savaşında eşek, at, öküz ve kağnının önemini belirten, bir başka kitabımızın sayfasından bir bölümü aşağıya alıyoruz: (Tarihten İlginç Ve Garip Olaylar Cevat Kulaksız Sf:233)
“Türk Ordusunda taşımacılık yapacak kamyon gibi araçlar yoktu. Yüzyıllardır bilinen hayvanlarla mühimmat taşınılıyor. Yunan tarafında ise, başta İngilizler olmak üzere, Batı emperyalistleri Yunan ordusuna kamyon, otomobil, uçak olmak üzere binlerce araç vermişti. Tüm bu olumsuz şartlara karşın, Türk Ordusu Sakarya Savaşını kazanınca, Yunan komutanları, “Kağnı kamyonu yendi” diye ümitsizce söyleniyorlardı.
Taşıma işini kağnılarla çeşitli hayvanlar yapıyordu. Binlerce öküz, at, eşek, katır ve de kanı cepheye silâh, yiyecek gibi mühimmat taşırken, ne garip ki, öküzleri, at, katır gibi hayvanları yeteri kadar nallayacak nalbant bulamazlar. Nalsızlıktan hayvanların ayakları yara olmuştu. Bunun için Büyük Taarruzdan önce, Konya’da ordunun ihtiyacı için, geçici bir süre nalbant okulu açılır.
Bir süre sonra, Nisan 1922 da nalbant okulunun ilk mezunların törenleri Konya’da yapıldı. Nalbantların mezun törenine, Konya’da bulunan Rusya Büyükelçisi Aralov, Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilov da katıldı. Mezunlar gösteri olarak önce bir at nallıyor, sonra diplomalarını alıyorlardı. Aralov ilk nalbantın diplomasını verirken nalbanda şunları söyledi: “Senin nalladığın at, soylu Türk ordusuyla birlikte İstanbul’a ilk giren at olsun!”)
Yerli Rumlar, Ermeniler Türklerin dinsel inancını kullanarak bu alandaki sanatlarını "günah" dedikodusu ile zayıflatarak istismar etmişler. Gerçekten Türkler iyi niyetli olmuşlar. Her devirde din ayırmamışız, ırk ayırmamışız, daima bütün insanlarla beraber olmak istemişiz. Hanemize bir yabancı geldiği zaman ona her yönden yardım etmek isteriz, bu bizim geleneksel yardım geleneğimizdendir. Bu bizim dinimizden geliyormuş ben de yeni öğrendim.
Türklerin geçmişinde gökyüzünde bir güç varmış öbür dinlerdeki gibi insan şeklinde değil, Tanrının istediği bir tek şey "seveceksiniz" eğer sevecenseniz yolunuzu açık ediyor; eğer sevecen değilseniz bizi kendi halimize bırakıyor. Bizim bu halimizi bilmeyenler bizi daima zayıf görmüşler, bizi ezmeye çalışmışlar. Yani Türklerin bu hasletlerini onların zayıflığına yorumlamışlar.
O yüzden Türkler insanlar arasında ayırım yapmamış, din, dil, ırk ayırımı yapmamış, herkesle dost olmak istemiş. Bunu da içimizdeki ekalliyetler dediğimiz gibi istismar etmişler. Bunun için herhalde, Ermenilere, Rumlara karşı, Anadolu topraklarına resmen girdiğimiz zaman, Bizans topraklarında karşılaştığı Rum ve Ermenilerle can ciğer arkadaş oluyorlar. Rum ve Ermenilere Avrupalıların Kızılderililere yaptığı gibi, Afrikalılara yaptığı gibi bunlara soykırım yapalım, ellerinden ne varsa alalım" diye düşünmemişler. Onlarla dost olmuşlar. Sohbeti nerden nereye getirdim (gülüşmeler ve alkışlar) Söylenecek sözler o kadar çok ki, hangi birini söyleyeyim.
Türkler öteden beri insanları dinlerinde, dillerinde, ırklarında ayırmamıştır. Herkese iyi muamele yapmıştır. Fakat maalesef bunu bilmeyenler, bu yolda olmayanlar, bir kere bizleri daima zayıf görmüşler, bizleri ezmeye çalışmışlar. Yani bu hasletleri onların zayıflığına yorumlamışlar. İşte bu şekilde herhalde Rumlara, Ermenilere de karşı, buralara geldiğimiz zamanda resmen girdiğimiz zaman Anadolu topraklarında çok eskiden var olduğu bu gün kati olarak söyleniyor.
Türkler Bizans topraklarına girdikleri zaman Ermenilerle, Rumlarla canciğer arkadaş oluyorlar. Avrupalıların Kızılderililere yaptığı gibi soykırım yapalım, ellerinde ne varsa alalım dememişler, akıllarına bile gelmemiş.
Söylenecek o kadar çok şey var ki, ama lafı nereden nereye getirdik.
Bizim zamanımızda çamaşır makinesi, televizyon, buzdolabı, cep telefonu yoktu. Bilim adamımız yoktu, sanatçımız yoktu, hiçbir şeyimiz yoktu; şimdi bakın evvela şimdilerde ödül alan bilim adamlarımız varsa da, ama şimdi onları hapse de koyuyorlar, o başka. Kabahat hepimizin onları koyanları hapse koyanların değil, kabahat hepimizin, biz tepkimizi göstermiyoruz.
O zamanları” resim günah” denilirdi. Şimdi öyle ressamlarımız var ki resimleri dünya müzelerinde.
Heykel yapmak günahtı, öyle heykeltıraşlarımız var ki heykelleri dünya müzelerinde parklarında. Ama bazıları da “ucube” diyebiliyor o başka. Müzisyenlerimiz var diyorum, eserleri bütün dünyada söyleniyor, çalınıyor. Bizim o zamanları öyle bir şeyimiz yoktu.
Şimdilerde başını örteceğim diyor, kimileri bunlar insan hakları diye söylüyorlar, ne yapalım bunları da bazıları da kabul ediyor, diyorum; bunlar da geçecek. Aydınlık bir dünyaya girdik, aydınlık kapanamaz; yeniden eski hale gelmeyelim diyoruz. Hakikaten çok büyük ilerleme var, ancak o günlerin sayesinde geldik bu günlere o günlerin gayretiyle.
O zaman okul yoktu, okul vardı eğitmen yoktu. Almanya’dan hocalar getirtildi. O parasızlık günlerinde onlara para verildi, onlara tercüman tutuldu. Onlar kitap istediler alındı, onlar laboratuar istedi yapıldı ve böylece üniversitelerin temeli kuruldu. Eğer olmasaydı, bu günküler olmazdı. O yokluk zamanında bunlar yapıldı. Hiç bir şey yokken, 15 yıl içinde bir kuruş dışarıdan borç almadan o kadar fabrika yapıldı, o kadar tren yolu yapıldı. Bir yerlerde okudum, 70 tane tünel yapılmış. Şimdiki gibi modern kazma, delme aletleri yok ki, herkes kazma ile yaptı, halk kazma ile yaptı. Kolay mıydı 70 tünel, 3000 km demiryolu; fabrikalar yapılıyor, çalıştırmak için öğrenmek amacı ile işçiler dışa gönderildi. Hiç biri kalmadı, memleketimde hizmet vereceğim dediler. O zaman tek idealimiz vardı, memleketimize bir şeyler yapabilmek, başka gayemiz yoktu. O günlerin gayretinin sayesinde oldu, günümüzdeki seviye. O günlerin gayreti, fedakârlığı olmasaydı bunlar olmazdı. Hiç unutmam, İsmet İnönü “bir kuruş yedirmem” diye bağırıyordu. Yedirmedi, o zamanları aldığı önlemlerle. Adam iki silah fabrikasının loprezantını almış; Bunu Atatürk duymuş, adamın evine telefon ediyorlar, İnönü ile adamın evine gitmişler, loprezantını takip için, adamı nasihatleri ile mahcup ettiler bundan vaz geçirdiler, yani o şekilde her şeye çok dikkat ettiler(tasarruf ettiler).
O zaman Osmanlı Devleti yıkılmış, para yok, yıkıntıdan yeni bir hükümet teşekkül ediyor, 500 yıllık yıkıntılar üzerine, memlekete fabrikalar yapıldı. Günümüzün iktisatçıları bunu adamakıllı araştırmalılar, nasıl yaptılar hiç borç almadan o tesisleri nasıl kurdular ve borç ödeyerek bunlar nasıl yapıldı. 15 yıllık süreden sonra da aynı işler, aynı hızla yapılsa idi şimdi ülkemiz daha ileride olacaktı. Şimdi bir hayli eksikliklerimiz var, bunlarda hepimizin kabahatleri vardır.
****
Panel sonunda, soruları cevaplandırırken, ülkedeki her türlü haksızlık hukuksuzluk karşısında herkesin tepkisini göstermesini, duyarlı toplum olunmasını öğütlerken, son yıllardaki gerici gelişmeler karşısında Atatürkçü ve inatçı çaba içinde olan İşçi Partisi’nin, Türkiye Gençler Birliği Derneği’nin ve ADD inin desteklenmesini istedi. Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ kitaplarını imzaladı, onu seven Cumhuriyet kadınları kendisine değişik hediyeler verdiler.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget