Paris’in, şehri ilk kez bundan 15 yıl önce tanıyan oğlum Devrim’i kendine hayran bırakan yanına, ben de bundan 47 yıl önce vurulmuştum.
Kent yalnız gelişmiş estetiğiyle değil, aynı zamanda renkli ortak yaşamıyla da sarıveriyordu insanı.
Sokaklar, yalnız evlere, kamu binalarına, hastanelere, tapınaklara ulaşmanın aracı değil, aynı zamanda ortak yaşam alanları olarak algılanıp düzenlenmişti.
1964’te genç bir hukuk öğrencisi olarak ilk kez adım attığım kentte, ben de herkes gibi, “cafe”lerin “restaurant”ların geniş kaldırımlar üzerine taşan masalarından etkilenmiştim.
Tabii köşe başlarını tutmuş sokak çalgıcıları ile kaldırımların üstüne boyayla hünerlerini yansıtan sokak ressamları da beni çok sarmışlardı.
Bir de Fransız başkentinin, her şeyiyle kendine özgü “köyü” Montmartre’ın tepesinin Tertre meydanında Paris manzaralarını konu olan tablolarını sergileyen, turistlerin (kimileri de taşradan gelme Fransızlar) portrelerini, karikatürlerini çizen, yarı resmi ressamlar var, ama ben onlardan değil, gezgin öğrenci gençlerden söz ediyorum.
Mamafih, Tertre ressamlarının sayısında son yıllarda azalma olduğu gibi, geniş bulvar kaldırımlarında hüner sergileyen genç çizer boyarlara da daha az rastlıyorum ya da bana öyle geliyor…
***
Yarım yüzyıldan bu yana her şey ve her yer gibi, Paris de çok değişti. Bu değişim her zaman da iyiye doğru olmadı. Başdöndürücü hızla yükselip, her türlü rasyonaliteyi aşan saçma gayrimenkul fiyatları, kentin popüler yanını iyice törpüledi.
Zanaatkârların, küçük adamların, işçilerin Paris’i, artık yok. Onlar kendilerine yer vermeyen kentin dışına kaçtılar.
Kimi semtler, yabancı zenginlerin zaman zaman oturdukları ikinci konutlarının yoğunlaştığı bölgeler haline geldiler. Örneğin, seçkin artistlerin, sanatçıların, politikacıların, entelektüellerin oturduğu Saint Louis Adası, Amerikan zenginlerinin yılın uzun süresinde kapalı duran ikinci konutları dolayısıyla geceleri ölü kent görünümüne bürünüyor.
Buna karşılık, yine de kentin sokakları ortak yaşam alanı olmayı sürdürüyor. Nitekim beş gün önce geldiğimde, yine masaları kaldırımlar üzerinde görünce çok sevindim, hemen Mine ile kaldırımdaki masalardan birine kurulup, ortak yaşama katıldım.
Hatta son zamanlarda, bu alanda yeni adımlar da atıldı. Birkaç yıldır, Luxembourg Parkı’nın parmaklıklarında, artık bir açık hava sergisi kuruluyor.
Yine son yıllarda senenin en uzun günü 21 Haziran’da yapılan “Müzik Şenliği”nde, her köşe başında, amatör-profesyonel müzisyenler performanslarını sergiliyorlar.
***
Yirmi yıl kadar önce, İlhan Selçuk ile Oktay Ekinci’nin Muğla’nın Saburhane semtindeki evlerini gezerken görmüştüm; bizde ev içe kapanık bir mekân, kadının içinde yer almadığı yaşamda sokak bir ortak alan değil. Kentlerimizde “piyasa yapılan” (deyim İtalyanca meydan anlamına gelen “piazza”dan gelir) meydanlar olmaması da belki de bu yüzdendir.
Muğla’nın estetiğinin bunca güzelliğine karşın, Paris çekiciliğine sahip olmamasını bu özelliğine bağlamıştım.
Son yıllarda kimi kentlerimizde yayalara tahsis edilmiş sokak ve caddeler ve sokakların ortak yaşam alanı haline getirilmesiyle İstanbul, daha renkli, daha çeşnili, kabul etmek gerekir ki, biraz da daha gürültülü bir yeni Paris havasına bürünmüştü.
İki yıl önce, Paris seyahatine hazırlanan bir dostuma, Asmalımescit’te şunları söylediğimi anımsıyorum:
- Al sana en âlâsından, hatta daha iyisi bir Paris, artık İstanbul’un da ruhu sokaklarına yansıyor; en iyisi mi sen gitme burada kal, şenliği kendi kentinde yakala!
Ama kadını olduğu gibi, bütün yaşamı da kapılar ardına kapamaya çalışanlar, kaldırımlara, sokaklara taşan masaları kaldırdılar, müzisyenlerin enstrümanlarını toplayıp aldılar, tek kelimeyle kentin sokaklarından ruhunu çaldılar.
Yazık oldu İstanbul’a!…
Ali Sirmen/Cumhuriyet
Yorum Gönder