ABD’nin gerek kendi arka bahçesi olarak gördüğü Güney Amerika siyaseti, gerekse bütün dünyada ve elbette Ortadoğu’da izlediği politika, önce mevcut iktidarlarla çalışmaktır…
Ama bu işbirliği sırasında o ülkenin sadece iktidarını değil, başta en güçlü muhalefet grupları olmak kaydıyla, toplumsal ve siyasal bütün güçlerini dikkate alır…
Hepsiyle ilişki kurar…
Hepsinin nabzını tutar…
Ve değişme anı geldiğinde, kimi zaman bu değişime katkıda da bulanarak son hamlesini yapar!
Bu hamle kimi zaman bir askeri darbeye destektir…
Kimi zaman bir demokratikleşme hareketinin yönlendirilmesidir…
Kimi zaman da iktidara yardımdır.
Hangi yolun seçileceği, iktidarların gücüyle muhalefetin gücü arasındaki dengeler, iktidar değişikliğinin getireceği olumlu ya da olumsuz olanakların değerlendirilmesi ve pek doğal olarak ABD’nin o ülkedeki yönlendirme etkisiyle belirlenir.
Böyle değerlendirmeler sonunda ABD, pragmatik siyaset uğruna, yıllarca kullandığı müttefiklerinden bir gecede vazgeçebilir…
Bu vazgeçme trajik sonuçlar da doğursa, ABD pragmatizmi bunları göze alır.
Nitekim gerek Güney Amerika’daki diktatörlerin, gerekse Ortadoğu’daki diktatörlerin akıbetleri de farklı olmamıştır.
Batista, Somoza, Noriega ve benzerlerini Mübarek izlemiştir.
Buradaki temel belirleyicilerden biri, ABD’nin desteğine sırtını dayayan otoriter rejimlerin yozlaşma düzeyleridir:
Gerek kapalı rejimlerin niteliğinden gelen rüşvet, yolsuzluk ve benzeri yozlaşmalar, gerekse ABD politikalarının dayattığı baskılar, yıllar içinde bu rejimleri çok yıpratmış, son tahlilde ABD ya yenilgiyi kabul etmek ya da geri çekilmek ve yeni oluşumlara uyum sağlamak zorunda kalmıştır.
Hiç kuşkusuz bütün bu yeni politikaların temelinde Vietnam yenilgisinden alınan dersler yatmaktadır…
Arkadan Şah rejiminin devrilmesi bir başka ders olmuştur.
***
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra başlayan küreselleşmenin birinci döneminde, ilk on yıl, yeniden dünya liderliğini tek başına götüren ABD, 2001’deki El Kadie saldırısıyla küreselleşmenin ikinci dönemine, ikinci on yılına, yeni bir tehditle karşılaşarak girmiştir:
Küresel terör diye adlandırılan ve bazı çevrelerce İslami terör diye “Uygarlıklar Çatışması” bağlamında Huntington’un kuramına indirgenen bu tehdit sonunda ABD, buraya kadar bütün yazılarımda özetlediğim genel nitelikleri bağlamında yeni bir strateji oluşturmak gereğini hissetmiştir.
Bu strateji ilk bakışta İslam âlemini (uygarlığını) dost kabul ederek, İslami terör olayını bundan tecrit etmek ve onunla mücadele etmek olarak formüle edilmiş gibi görünmektedir…
Ama olup bitenlere biraz daha yakından bakıldığında, görünüşteki bu basit ve akılcı stratejinin arkasında çok daha derin hesapların ve ABD’nin liderlik pragmatizminin izlerini görmek olanaklıdır:
Nitekim daha Clinton döneminde ilan edilen “önleyici üstünlük” (preemptive preeminnce) stratejisi, Bush döneminde bir Haçlı Seferberliği ile Irak’ın işgali ve o dönemin ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın “Ortadoğu’da sınırlar değişecek” beyanı ve bütün bunları kapsayan, Kuzey Afrika’yı da içine alacak biçimdeki Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu basit ve akılcı projenin arkasında yatan derinliklerin ifadeleridir.
Emre Kongar/Cumhuriyet
Yorum Gönder