Birkaç gündür Zonguldak’tayım. Burada iki
kent var, biri toprak üstünde, orada hayat hepimizin bildiği bir biçimde akıyor.
İnsanlar uyanıyor, işe gidiyor, çocuklar okullara dağılıyor, çalışılıyor,
alışveriş yapılıyor, akşamüstü kafelerde sohbet başlıyor, gece güzelim
meyhaneler kadın-erkek kahkahalarıyla dolu.
Bu hepimizin bildiği bir hayat.
Ama bu kentin bir de “yeraltı” hayatı
var.
Yeryüzünden binlerce metre aşağıda, sürüp giden bir yaşam var.
Bu yaşam tıpkı mitolojilerde olduğu gibi, ölümün ve karanlığın hâkim
olduğu bir yaşam.
Ama bu yaşamda insanoğlunun bilgeliği, yaşama sevinci ve dayanışma
ruhu, ölümü ve karanlığı hiçe sayıyor.
Ve toprağın üstüyle altı her an birlikte, yaşamı zenginleştirmeye
çalışıyor. Yaşam Zonguldak için paylaşım, dayanışma ve neşe demek.
Ve bu nedenle Zonguldak’ta yer gök hikâye.
Ben sizlerle bu hikâyeleri paylaşmaya çalışacağım. Yeraltından ve yeryüzünden
ama şimdilik, Zonguldaklı dostum Kadir
Tuncer’in, (herkes ona “Kadir
Hoca” diyor, o bir maden işçisi ve bir araştırmacı) kendi
yaşamından öyküler anlattığı “Güneşe
Hasret” kitabından, dokuz yaşında kendi tabiriyle madenkeşliğe
başlayan “Küpeli Yusuf”un hikâyesi sizlere bir
merhaba diyecek.
“Yıl 1909-1910, ben dokuz yaşlarındayım. Neyse, bizim köylülerle
beraber Kumpanya’nın birine işbaşı yaptık. Yaşım küçük diye bana
iş vermediler, ben ağlamaya başlayınca iş verdiler. Küfe ile sırtımda kömür
çekmeye başladım. Ocaktaki bu işi boyları kısa olanlar ve çoğunlukla çocuklara
yaptırırlardı. Sonra sonra yaş ilerledi
‘tabanlara’ geçtim, sonra
‘kesene’ almaya başladık, derken
‘Savaş’ zamanı daha çok çalışmaya
başladık. Çalışmamız 15 saatten aşağı düşmezdi. Bazen 20 saat ocakta kalırdık.
Kurtuluş Savaşı yıllarında bizi cepheye almadılar ama bu köylerin yaşlısı-genci
Lenin tarafından Filyos (Hisarönü) sahiline gemiyle gönderilen
sandıklar dolusu cephaneyi, Tefen’e (Gökçebey) sırtımızda çektik.
Oradan alıp Atatürk’e getiriyorduk. Ne yalan söyleyeyim, bu
iş bize cephede savaşmaktan çok daha fazla gurur veriyordu.
Neyse, Cumhuriyet ilan edildi biz ocaklarda gene aynı çalışıyoruz.
Cumhuriyet’ten önce çok çektik. Hele Türkiye’nin
yağma hasanın böreği olduğu zamanlar, önüne gelen ‘burası
benim’ diyor alıyor. İşte o zaman Fransızlar da
Zonguldak’ı kendilerinin saymışlar. Kendi vatanımızda köle gibi
çalışıyoruz, bir de paramızı alamıyoruz, bu da gücümüze gidiyordu.
Cumhuriyet’e yakın neler çekmedik oğul? Çocukluğumda,
gençliğimde gün yüzü görmedim, hep madenlerde, karanlıkta yaşadım durdum,
aynı ‘yarasa’ gibi. Onlar
da öyle yaşar ya...
Cumhuriyetten sonra, Kozlu’da çalışıyorum. Eh artık ben de
şef oldum. Dediler ki, ‘artık Türkiye’de olduğu gibi
Zonguldak’taki işçilerin de sendikası olacak. Havzadan 30 kişi
kadar Ankara’ya sendikacılığı öğrenmeye gittik. 10-15 gün
Ankara’da kaldık. Kâğıtlar nasıl doldurulacak öğrendik. Geldik
Zonguldak’a resmi işlemler yapıldıktan sonra herkes kendi
bölgesine gitti. Biz de geldik Kozlu’ya. Yazıhane açtık ama amele
gelmiyor. Biz anlatıyoruz, amele ‘ihh ben
olmam’ diyor. Kozlu’da bir ayda ancak 10
kişiyi zar zor üye yaptık. O sırada Ankara’dan geldiler, 15 kadar
üye yaptığımızı öğrenince bize etmediklerini bırakmadılar. Eee, biz zılgıtı
yedik, durur muyuz? Baktık iyilikle bu iş olmuyor, çağırıyoruz ameleyi
yazıhaneye, uzatıyoruz önüne kâğıdı, basıyoruz sopayı. Gözünü sevdiğim sopası.
Böylelikle tüm Kozlu işçisini üye yaptık. Zorla sendikaya üye yapıyoruz diye o
zamanlar biz kötüydük. Ama bak, şimdi işçi, ‘sendika beni
üyelikten atar’ diye korkuyor.”
Evet, burası Zonguldak, yeraltı ve yerüstü kenti, bizden bir kent,
fazlasıyla Türkiyeli.
Yorum Gönder