Yaşlılığın en büyük avantajı galiba geçmişteki değişik konulardaki deneyim ve gözlemleri olmalı. Ancak gençler her şeyi en iyi kendileri bildiklerinden o kadar eminler ki hiçbir zaman hiçbir konuda yaşlıların bu engin tecrübelerinden yararlanmak ihtiyacı hissetmiyorlar. Galiba yıllardır yerinde saymamızın nedeni bu burun büyüklüğümüz olmalı. Eğitim sistemimizde 4+4+4 gibi değişik bir anlayış, bir jet süratiyle ve tabii ki belirli bir amaç güdülerek yasalaştırılıp uygulamaya konulunca, eğitim konusuna emek vermiş insanlarımızın midesi bulandı ve büyük bir rahatsızlık duydular. 1970’lerde başlatılan türban sorununun, öyle başlayıp bu günlere geleceği, sonunda bütün itirazlara rağmen Türkiye’nin de İranlaştırılacağı o kadar belliydi ki. Bu konularda ne kadar uyarılarda bulunmuş olsak da sonunda bu günlere geldik. Şimdi bu tip eğitim ve sosyal yaşamda yapılmaya çalışılan değişikliklerle Türk Halkının geleceği şekillendirilmeye çalışılıyor. İlahiyatçı veya ileri demokrasi! aydınlarına göre dinine, geleneklerine sahip çıkacak imanlı gençler yetiştirmek gerekçesi ile eğitim ve öğretim yaşamımıza yapılan müdahaleler dinsel cumhuriyete dönüştürmenin en önemli işaretleri kabul edilmelidir.
Bunun bir “Eğitim Reformu” olduğunu iddia edenlere, eğitim uzmanlarının saçlarını başlarını yolarcasına itiraz ettikleri gibi, biz de itirazımız olduğunu açıkça belirtmeden geçemeyeceğiz. Bunun sebebini yine geçmişte yaşadığımız eğitim tecrübelerimize dayanarak açıklamak isteriz.
Zannederim 1995–96 yılı eğitim dönemine başlamak üzereydi. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi bölüm başkanımız Prof. Dr. Ergün Aybars ve yardımcıları Kemal Arı ve Kenan Kırkpınar İlahiyat fakültesinde ders vermemi istediler. O günlerde Bornova İlçesinin değişik liselerinde verdiğim konferanslar sırasında ve arkadaşlarım nedeniyle yakın temasta bulunduğum Refah Partisi içinde bazı hareketlenmeler fark etmiş ama gelişmeleri emeklilik köşemden takip edememiştim. İlahiyat, Belirli bir sınırlama ve çağdaş bir yorumlama içinde ilgi ve sempati duyduğum bir konu idi ve hatta gerek ulusumuz ve gerekse İslam ülkelerinin uyanması ve kalkınmasında din adamlarından neden yararlanamıyoruz diye düşündüğüm çok olmuştur. İlahiyatçıların nasıl yetiştiğini merak ediyordum bu nedenle hemen kabul ettim ve ders vermeğe başladım.
Aynı günlerde İzmir’in en seçkin okullarından Amerikan Lisesinde Milli Güvenlik Bilgisi Dersi veriyordum. Bu okulla tanışmam şöyle olmuştu: Küçük kızım İlkokuldan mezun olup Orta Okula başlarken Amerikan Kız Lisesi giriş imtihanını kazanınca her baba gibi ben de ikilem altında kalmıştım. Emekli ikramiyemden elimde kalan para ile kızımı Lise 1 veya2’ye kadar okutabiliyordum. Kendi kendime şu soruyu sordum. Çocuğuma bir lisan mı yoksa bir dairemi bırakmam daha hayırlı olacak? O güne kadar ki tecrübem bana lisanın ve iyi bir eğitiminin daha gerekli olduğunu söyleyince o zaman okulları incelemeye başlamış, sonunda eşimle birlikte en iyi lisan öğreten ve en iyi eğitim veren okullardan biri olan bu lisede karar kılmıştık.
İlk günlerde bu okula şımarık zengin çocuklarının devam ettiği, gayrimüslimlerin kontrolünde olan ve yabancı öğretmenlerin ajan gibi görevlendirildiği, ulusal değerlerimize sahip çıkan öğrenciler yetiştirmeyen ama iyi bir lisan öğreten bir okul gözüyle bakıyorduk. Bu ön yargılarımızın uzun süre devam ettiğini itiraf etmek isterim. Ancak yıllar birbirini izledikçe ve gerek öğretmen ve gerekse öğrencileri yakından tanıyınca bu ön yargıların yerini tamamen aksi görüş ve duygular aldı ve bu okulla aramızda garip bir dostluk oluştu. Öyle ki kızım 1993 yılında mezun olduktan sonra bile bu okulda ders vermeğe devam ettim.
Bahis konumuz olan bu iki okula ve onların eğitim sistemine gelince; biri bölgedeki en yüksek seviyedeki bu İlahiyat okulu ile modern eğitimin en iyi temsilcilerinden biri olan Amerikan Lisesindeki eğitim sistemleri içinde görev yapmış bir öğretmen olarak elde ettiğim izlenimlerimi fazla derine kaçmadan sizlere aktarmak istedim. Belki eğitimde reform yapacak güçlere bir yardımı olur.
İlahiyat fakültesinde öğrenciler diğer fakültelerden pek farklı değildi. Ama onlardan daha tutucu, daha terbiyeli ve daha disiplinli oldukları kıyafetlerinden ve konuşmalarından fark ediliyordu. Diğer fakültelerde dikkatleri toplamak ve derse ilgiyi çekmek ve öğrenci-öğretmen arasındaki görünmez duvarı yıkmak amacıyla uyguladığım “ Haftanın Fıkrası” olayını bunlar da seviyorlardı. Beğenilerini hiçbir zaman yüksek sesle kahkaha atarak göstermediler. Erkekler kız öğrencilere şov yapmak için hiçbir yapmacık harekete başvurmadılar. Bana karşı daima saygılı davrandılar ama buna rağmen aramızdaki sevgi duvarı bir türlü yıkılmadı ve Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları konularına karşı büyük bir direnç içinde bulundular.
Önceleri bu direncin nedenini anlayamadım. Ama orada da aylar, yıllar birbirini izleyince bazı tartıştığımız konularda bana görüşlerine referans olarak gösterdikleri yazarlar ve kitaplardan bu direncin nedenini anladım. Bu çocuklar Üniversiteye gelinceye kadar Milli Mücadele Tarihimiz, Atatürk ve İnkılâpları hakkında sanki olumlu bir şey duymamış gibiydiler. Onlar da referans yazarları gibi derste anlattığım olayları tamamen tersten alıyor ve büyük bir inançla iddialarını savunuyorlardı. Genel düşünceleri Atatürk ve Milli Mücadele dönemi tarihinin yalanlarla dolu olduğu gerçeklerin saptırıldığı ve biz hocaların derslerde yalanları anlatmak mecburiyetinde kaldığımız şeklindeydi. O zaman konuları yabancı yazarların kitapları ile destekleyerek anlatmayı tercih ettim. Yine olmadı, onların da yalanları yazdığı iddiası ile direnç devam etti.
Dikkatimi çeken her sene Nisan ayına doğru özellikle Atatürk’e karşı olan direnç yavaş yavaş kayboluyordu. Bunun sebebinin savaş dönemi olduğunu fark ettim. Özellikle Sakarya Muharebesinin önemini anlayan genç ilahiyatçılar, Anadolu ve Rumeli’nin yeniden Hıristiyanlaşmasını önleyen ve ülkesini işgallerden kurtarmayı başaran bu asi komutana karşı görüşlerini değiştirmeye başlıyorlardı.
Hatırımda kalan en zorlandığım konulardan ikisi Millet ve Milliyetçilik anlayışı ile Kadın Hakları konuları idi. Çağdaş Millet tanımı içine “Din Birliği” ve “Irk Birliği” anlayışını dâhil etmememizden pek hoşlanmıyorlardı. Günümüzdeki icraatlarından da anlaşıldığı gibi, ayni dinden olanları değil de değişik dinleri kapsadığı için Millet ve Milliyetçilikten pek hoşlanmıyor ve Atatürk’ün kurmaya çalıştığı “Ulusal Devlet” anlayışına karşı çıkıyorlardı. Bunun yanında Cumhuriyet ve Demokrasi arasındaki farkı anlamakta zorlanıyor, yönetimin seçimle el değiştirmesini Demokrasi için yeterli sayıyorlardı.
Kadın hakları konusuna gelince bana en fazla itiraz eden o güne kadar seslerini duymakta zorlandığım kız öğrenciler oluyordu. Gençler hemen İslam dinini savunmaya geçiyor ve “ Dinimiz diğer dinlerden farklı olarak kadına layık olduğu değeri ve hakları vermiştir.” İddiası ile Cumhuriyetin Kadın Hakları konusunda yaptığı reformları tenkit etmek istiyorlardı. Ama hiç biri bir kocanın üç defa “Boş ol” ifadesi ile boşanma veya ikinci, üçüncü kadın olmaya ve mirastan yarım pay almaya rıza göstermiyorlardı.
Her sene 10 Kasımda büyük rahatsızlık duyardım. Çünkü hiçbir faaliyet yapılmazdı. Dokuzu beş geçe sirenler çalarken bütün öğrenciler ayağa bile kalkmaz, bahçede oyunlarına, sohbetlerine devam ederken bir öğrenci veya görevli bayrak direğine bayrak çeker, yarıya indirir ve bağlayıp selamlamadan kaçar gibi uzaklaşırdı. Atatürk bir yana üniversite mensubu bir kişinin kendi bayrağına bile gereken saygıyı göstermemesi affedilemezdi. O gün dersler tabii olarak biraz tatsız geçerdi. Öğrencilere Atatürk ve Bayrak sevgisi ve saygısı konusunda uzun bir vaaz vermek mecburiyetinde kalırdım.
Enteresandır, İlahiyat Fakültesinde derslerim bitince kendimi hemen bir durak ötesindeki Amerikan Lisesine atar oradaki öğretmen arkadaşlarla biraz sohbet eder, dinlenir ondan sonra eve giderdim. Bu okuldaki en yakın arkadaşlarım iki Din Bilgisi Dersi öğretmeni ile Coğrafya Dersi öğretmenleriydi. Amerikan Lisesi ve eğitimi konusunda bir şeyler söylemeyi gereksiz buluyorum. Ama bu okulun sadece Atatürk ve bayrak konusundaki tavırları bile pek çok şeyi anlatmaya yeterlidir. Yabancı kültürü, ajan yuvası, milli birlikten uzak bir eğitim kurumu olarak nitelemek için can attığımız bu okulda her sınıf ve her koridor değişik Atatürk resimleri ile doludur. Her 10 Kasım günü okul topluca saygı duruşunda bulunur ve Atatürk’le ilgili konuşmalar yapılır, şiirler ve değişik sunularla gün değerlendirilir.
Okulda toplantıların yapıldığı bir sinema salonu vardır. Bu salona girdiğinizde gözünüze hemen sinema salonunun perdesinin ön yüzündeki devasa Türk Bayrağı çarpar. Öyle ki, salonda durdukça ruhunuz ay yıldızlı bayrağın etkisinden kurtulamaz.
Bu iki okul ve iki eğitim sistemi arasındaki fark bize neden Batıdan bu kadar geri kaldığımızı açıkça göstermektedir. Konu artık Atatürk Sevgisi, Milli Mücadele bilgisi veya bayrak sevgisi değildir. Asıl sorun bu iki eğitim ve öğretim sisteminin derinliklerinde gizlidir. Her iki sistem arasındaki o muazzam fark sadece Türkiye’nin değil ama bütün İslam Âleminin de sorunudur.
İmanlı, ahlak sahibi gençler yetiştirmek isterken çağımızın gerçekleri ile bağdaşmayan bir eğitimin peşine düşmek ne yazık ki bütün İslam ülkelerini güçsüz bırakıyor. Bu güçsüzlüğün tek nedeni öğrencilerimize çağın gerektirdiği dinci ve ezberci değil ama akılcı ve bilimsel bir eğitim verememektir. İşte Amerikan Lisesinde verilen eğitim İlahiyatçıların tam tersi, sorular soran ve cevaplar arayan, değişik yan kollarda araştırmalar yaparken yeni bulgulara ulaşan yaratıcı, üretici ve özgüvenli öğrenciler yetiştirmeye çalışıyor.
Çağdaş bir Eğitim ve öğretim sistemini benimsememizin Ulusumuzun geleceği için önemi tartışılmaz. Bu konudaki gelişmeler muhakkak ki ulusumuzun geleceğini aydınlatacak veya Ortaçağın derinlikleri benzeri karartmalar yapacaktır. Dileğimiz yöneticilerimizin eğitim sistemimizi “Dinsel Fanatizme” kurban etmeden akıl ve bilim çizgisinde ilerletmenin yolunu bulmalarıdır.
Sözlerimizi bir Üniversite Dekanının ve bir İlahiyatçı profesörün maillerde yayınlanan ibret alınacak ve dehşet duyulacak sözleri ile bitirmek istiyoruz. Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Dekanı Prof.Dr. Teoman Duralı, dini eğitimin tüm okullarda uygulanması gerektiğini söyledi. Dekanın iddiasının şöyle olduğu belirtiliyor.
"İmam Hatip müfredatı tüm okullarda uygulansın. Üniversiteler medrese olsun."
İstanbul Üniversitesi (İÜ) İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi ve Süleymaniye Vakfı Din ve Fıtrat Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdülaziz Bayındırın görüşleri ise bilim dünyasını çarpacak gibi ve şöyle: "Dünyayı güneş aydınlatmıyor." Ve "Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş'in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasındandır.
Keşke bu gün devletimizi yöneten ve iç politikadan anladığımız kadarı ile, zaman zaman kan kaybetse bile, daha uzun yıllar yönetecek olan Radikal İslamcılar; askeri okullar dâhil bütün okulları İlahiyatçı bir eğitime yönlendirileceğine; bu güne kadar gördüğüm en verimli okullardan biri olan Amerikan Lisesinin temel eğitim, öğretim anlayışına yönlendirebilse çok daha iyi olacaktır. Eminim ki işte o zaman daha özgür, daha bilinçli, daha demokrat ruhlu ve yurtsever gençlere sahip olabilir ve çağı yakalama konusunda daha inançlı olabilirdik.
Dr. M. Galip Baysan
Yorum Gönder