İlim namusları işte bu kadar! - Yaşar Nuri Öztürk
Temel görevini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türk-İslam aydınlanmasının öncüsü Mustafa Kemal’e sövmek, onu yıpratmak olarak belirlemiş bulunan ‘emperyalizm ve dincilik zurnası medya’, Atatürk’ü yıpratma misyonunu yerine getirirken, tarihte eşi menendi görülmemiş vicdansızlıklara, düşüklüklere imza atan birtakım ‘haçlı hizmetçisi’ propagandistleri ekranlara, köşelere taşıyıp büyük para destekleriyle palazlandırmaktadır.
Bu propagandistlerin azgınlarından bir tanesi, Atatürk’ün mal varlığını gündem yapıyor. Bakın nasıl:
Atatürk’ün menkul ve gayrimenkul mallarının listesini veriyor. Milletinin ona hediye ettiği mülklerden oluşan bu listedeki gayrimenkuller, büyük bir yekûn tutuyor. Adam, “Atatürk işte bu malların sahibiydi” deyip kesiyor. Gazi’nin bu malları, ölüm öncesinde zerresine kadar devlet hazinesine bağışladığına ilişkin tek kelime söylemiyor.
Evet, Atatürk, ölümünden bir süre öncesine kadar bu malların sahibiydi. Bu arazilerin tümü, ülkede ziraatı, hayvancılığı geliştirmek için öncülük eden çiftlikler olarak çalıştırılmış, Atatürk’ün ölümünden bir süre önce de tümü millete, kamu kuruluşlarına bağışlanmış ve bağışların resmi tescilleri bizzat Atatürk nezaretinde yapılmıştır. Atatürk bununla da yetinmemiş, kendi el yazısıyla ve noter huzurunda hazırladığı vasiyetiyle de bu bağışları ayrıca hukuksal garantiye kavuşturmuştur. Onlarca, belki yüzlerce kaynak ve sicil bu gerçeği belgelemektedir.
Atatürk, onca mülkten Ankara’da bir evi, kimseye muhtaç olmadan oturması için kızkardeşi Makbule Hanım’a, yine kimseye muhtaç olmadan oturması için bir evi de Fevzi Çakmak Paşa’ya vermiştir. Şu kadere bakın ki, Fevzi Çakmak Paşa’ya verdiği ev, Atatürk’ün ölümünden sonra Fevzi Paşa’nın elinden İsmet İnönü tarafından alınmıştır. Evden çıkması söylendiğinde Fevzi Paşa, Atatürk’ün kendisine verdiği tapuyu göstermiş, İnönü bu kez, evin bulunduğu araziyi istimlak ettirerek Mareşal Çakmak’ı evden yaka paça dışarı attırmıştır. Tipik bir ‘İnönü klasiği’dir bu.
Atatürk’e bağışlanan arazi ve binalar, birer hizmet kurumu olarak 13 yıl çalışmışlardır. “10 Haziran 1937 günü Trabzon’a gelen Atatürk, burada akşam yemeği sırasında şöyle dedi: ‘Bana bordro imzalatırlar ama ne para veren olur ne de paranın hesabını. Şu anda cebimde para yok. Benim zaten paraya ihtiyacım yok. Masrafım da yok. Bana milletim bakar.”
“Atatürk ertesi gün, Trabzon’dan başbakanlığa gönderdiği bir yazı ile bütün çiftlikleri ve üzerindeki taşınmazları Hazine’ye bağışladığını bildirdi. Çiftliklerden sonra, üzerinde kayıtlı diğer bazı taşınmazları da devletin ilgili kurumlarına bağışladı.” (Ali Güler, Sonsuzluk Yolcusu, 200)
ÖLDÜĞÜ GÜN, TARİH YARATMANIN ONURUNDAN BAŞKA BİR ŞEYİ YOKTU
Atatürk’ün mal varlığı listesini abarta abarta yazan ‘haçlı hizmetkârları’, işin şurada açıkladığımız millete hibe kısmına tek kelimeyle girmiyorlar. Listeyi verip bunu bahane ederek Atatürk’e sövüp sayacak kanı ve imanı bozuklar ekibini harekete geçiriyorlar. Kanı ve imanı bozuklar ekibinin ‘yorumcular’ (!) korosu da haçlı üstatlardan meşk ettiği şarkısını söylemeye başlıyor:
“Vay be! Adam, neredeyse memleketin yarısına el koymuş!”
İlim namusuna uygun olarak konuşulup yazılsa mesele başka bir veçheye bürünecek ve Atatürk’ün, gözlerini hayata kapadığı anda hiçbir menkul ve gayrimenkulünün bulunmadığı, neyi varsa milletine bağışladığı ve bunu resmen tescil etmeden bu âlemden ayrılmadığı ortaya çıkacak. O zaman elbette ki şöyle dememiz gerekecek:
Atatürk, Hz. Peygamber’in, “Biz nebilere vâris olunmaz, arkaya ne bırakmışsak sada-kadır” yani ‘kamunun ortak malıdır’ sözüne uygun bir imanla hareket ederek arkaya, birilerinin vâris olacağı hiçbir şey bırakmamıştır.
Tarih kayıtlarının sadece bir kısmı verilip diğer bir kısmı örtüldüğü için gerçeğin yüzü gölgeleniyor ve neyi varsa son kuruşuna ve son karışına kadar milletine bağışlayarak bu dünyadan tıpkı dünyaya geldiği zamanki gibi ‘Meteliksiz Mustafa Kemal’ olarak ayrılan ölümsüz Gazi’nin bu mahviyetkâr-melamî yanı bir türlü ortaya çıkamıyor.
Bir millet; analarını, avratlarını, mabetlerini işgalci tasallutundan kurtaran adama böyle bir nankörlüğü nasıl reva görür? ! Akıl ve idrak bu soruya cevap bulamamanın çilesi içinde kıvranmaktadır.
Yorum Gönder