Fazıl Say Davası - Nilgün Cerrahoğlu

Fazıl Say’a baktıkça, hep konserlerini düşündüm…
Yaz aylarındaki ENKA buluşmalarının sıcak karşılaşmalarını; Lütfi Kırdar’ın görkemi, Aya İrini’nin büyüsünde yaşanan müzik akşamlarını ve en son da bu yaz başında 3 bin kişilik dev Haliç Kongre Merkezi’nde dinlediğim “Mezopotamya Senfonisi’nin” dünya prömiyerini andım…
Alkıştan her seferinde yıkılan mekânlarda seyircisiyle yekvücut olan piyanistin sahnedeki görüntüleri gözümün önünden geçti. İzleyicilerin Say’ı sevgi seli ile sardığı anları hatırladım..
Kitlelerin böyle gönüllerinde yer eden Say, dakikalardır yargıç karşısında ayakta durmaktaydı.
Sanık sandalyesi bile dünya çapındaki sanatçıya çok görülmüştü…
Çağlayan Adalet Sarayı’nın 6. katında, aslında yalnız avukatların sığabileceği minicik bir salonda, sanatçının savunmasını durakta bekler gibi, “ayakta yapması” istenmekteydi. Sanatçının “rahatsızlığını” belirtmek durumunda kalması üzerine, neden sonra kendisine bir sandalye sağlanabildi.
Adalet sarayından çok havaalanını andıran, Avrupa’nın “en büyük, en modern adalet mekânında”; “sanık sandalyesi” bile lütuf gibi bağışlanıyordu.
İçeriye girene dek zaten deveye hendek atlatmıştık.
Önce duruşmanın zemin kattaki “büyük salonda” yapılacağı söylenmiş; ani değişiklikle 6. kattaki bu cep mekâna yönlendirilmiştik. Bu karışıklık, Fazıl’ın destekçilerinin dağılmasına ve adalet sarayının labirent gibi uzayıp giden koridorlarında dağılmasına, kaybolmasına yol açtı. Maksat da anlaşılan zaten buydu...
Yetmezmiş gibi “salona sanatçı yakınlarından başka kimseyi sokmamayı” vazife edinen güvenlik elemanlarıyla tartışmak zorunda kaldık. Zeynep Oral’la birlikte içeriye beni sokan Bağımsız İstanbul Milletvekili Levent Tüzel olmasaydı, herkes gibi biz de kapı dışında kalacaktık. Aslen “hukukçu” olan Tüzel’in orada olması fark yarattı!
CHP nerede?
Bu vesile ile CHP’den kimseyi görmemek beni hem üzdü, hem şaşırttı. 90’ların “düşünce suçu” davalarında CHP vekillerini görmeyi alışkanlık edinen bir gazeteci olarak, önemli hukukçuları olan ana muhalefet partisinin bu kez niye görünmez olduğunu merak ettim.
CHP, dünya çapında bir “özgürlük” ve “laiklik davasına” dönüşen bu simge davayı da kovalayıp sahiplenmeyecekse, ne için vardı?
CHP’nin boşluğunu tek başına bir orduya bedel, Alman milletvekili Sevim Dağdelen doldurdu.
Elinde 100’ü aşkın Alman parlamenterinin Başbakan Erdoğan’a yolladığı mektupla Almanya’dan Çağlayan Adliyesi’ne gelen Alman vekil, Türkiye’de -heyhat!- olmayan muhalefetin yerine geçti…
Muhalefetin bile bizde tam önemini kavrayamadığı ve değerlendiremediği davada, “müşteki beyanlarını” dinlemek trajikomik bir hadiseye dönüştü.
Say’ın habire “sanatçı kişiliğinin” öne çıkarılmasından yakınan müştekilerden biri mesela; “Niye sürekli bu anlatılıyor? Fazıl Say sanatçıysa ben de mühendisim. Ben de mühendisliğimi anlatayım!” tarzı ifadeler kullandı.
‘Türk Mozart’ı’ yargılanıyor
Söz konusu “mühendis”(!); dava ettiği şahsın dünyada “Türk Mozart’ı” şeklinde nam saldığından habersizdi. Klasik müzik ülkesi İtalya’da -misal!- davaya tam sayfa yer veren gazeteler Fazıl için bu tanımı kullanmaktaydı. (Bknz. Repubblica 19 Ekim, “Türk Mozart’ı mizah yaptığı mesajları nedeniyle suçlanıyor!”)
“Kıyasın” absürtlüğü haliyle gülüşmelere yol açtı. Müşteki avukatları bunları “sataşma” olarak nitelendirdi. Art arda söz alan müştekilerin avukatları, bu nevi gerekçelerle devamlı “kapalı celse” talep ettiler. “Kapalı duruşma” ısrarının hikmetini sorduğum Say’ın avukatları, güdülen stratejinin “Say’ı destekten mahrum bırakmak” olduğunu belirttiler.
Müşteki vekillerinden avukat Ayfer Bayar, salondaki kısıtlı sayıdaki destekçiyi de kastederek “Burada sevgi yok, saygı yok, birbirine karşı tahammül yok. Bu dava zaten bunun üzerinde, bir arada yaşayabilmek üzerinedir” dedi. Ve “oturumun kapalı olmasını” istedi.
Avukat hanımın “birlikte yaşamak” anlayışı, salonun boşaltılması ve karşı duruştan arındırılması şeklindeydi…
Müzisyeni “bir arada yaşama”ya tehdit gösteren avukat Ayfer Bayar, acaba Say’ın “Kara Toprak” bestesini dinlemiş midir diye düşünmeden kendimi alamadım…
Fazla romantik olacak belki ama kendime şu soruyu sormadan edemedim: Say’ın piyanosunu Âşık Veysel’in sazı gibi konuşturduğu “Kara Toprak” bestesini –sözgelimi!- bilen bir hukuk insanı; bu kadar zengin ve köklü bir “kültürler buluşmasına” aracılık eden bir sanatçıyı “bir arada yaşama”ya tehdit görebilir mi?
Say tam da “bir arada yaşam”a güç veren bir “kültür köprüsü” sağladığı için dünyada simgeleşen bir isim.
Alman parlamenterlerin Erdoğan’a yazdığı mektup da bu vurguyla bitiyor:
“Böyle bir dava, sanatsal özgürlüğe darbe olduğu gibi Fazıl Say şahsında insanlık kültürüne darbe teşkil etmektedir.”
Artık sade Türkiye’ye değil, “insanlık kültürüne” ait bir isim Fazıl Say.
Herkesin bunu böylece bilmesinde yarar var.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget