Dreyfus Olayı ve Balyoz Davası - Bozkurt Güvenç


Dreyfus Olayı ve Balyoz Davası - Bozkurt Güvenç
Küresel gelişim, kentsel dönüşüm ve demokratik açılım derken, Müslüman veya Türk kimliklerimizi mi yitirdik? Neden geçemiyoruz bir türlü “Cemaat dayanışmasından, cemiyet dayanışmasına?” Kişisel öneriler var ama soruyu -üst yargıya bırakmadan- milletçe ve de ulusça yanıtlamalıyız.

Balyoz davası Avrupa Tarihi öğrencilerine, Fransız kamuoyunu yıllarca uğraştıran ünlü Dreyfus olayını (1894-1906) hatırlatmış olabilir. Türk kimliğinin ‘Türk mü Müslüman mı?’ ikilemi üzerinde çalışırken, din ile devlet yetkilerini 1905 yılında ayıran Fransız yasasının, bu davalardan etkilenmiş olabileceğini düşünmüştüm. Dreyfus olayı yeniden gündeme geldi. Yargıç Rıza Türmen, Balyoz-Nürnberg benzetmesine karşı Dreyfus’u hatırlatmakla yetindi. Son olarak Onur Behramoğlu, “Balyoz...” denemesinde (Cumhuriyet, 4 Ekim) ibret alınacak olayı özetle açıkladı. Amacım, yargı kararlarını eleştirmek değil, iki ülkeyi benzer davalara sürükleyen tarihi koşullar üzerinde bir sohbet turu.

19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa

Fransız Devrimi’nden 50 yıl sonra ve 1848 devrimlerinin ertesinde, Avrupa kıtası bilinmeyen bir çağın eşiğindeydi. Karl Marx, Kapital eseriyle felsefe hocası Hegel’in tarih yapan mistik veya esoterik Geist (ruh) kuramını yıkarken Charles Darwin, ‘Türlerin Kökeni’ araştırması ve tartışmaları süregelen “evrim” kuramıyla, ‘vahiy’e dayalı semavi-kitabi dinlerin “yaratılış” inancını kökünden sarsıyordu. Binlerce yıllık varlığını Hıristiyan-Batı medeniyetiyle özdeşleştiren, Galileo’yu evine kapatan Vatikan, egemenliğini yeni tarihçi ve “doğa tarihi” yöntemiyle çalışan bilimle paylaşmaya razı değildi. Papa IX. Pius, 1864 yılında yayımladığı manifestonun “Doğru değildir ki” diye başlayan ‘önsö-zü’nde kiliseye yönelik eleştiri ve bilimsel önerileri tümden reddediyordu (Davies 2006: 847-53). Din ile bilim, iman ile şüphe, devlet-Tanrı ve özgürlük (liberalizm) arasında Dante ile açılan, Machiavelli ve Bruno ile yayılan savaş resmen ilan edilmişti. Avrupa kıtası kaynıyordu: Alman, İtalyan ve Avusturya-Macaristan birlikleri kurulurken, çağdaşlık devrimini başlatan ve dili ve kültürüyle kendisini Batı medeniyetinin önderi gören, ancak 1871 yılında savaşkan Almanlara yenilen; din-bilim-devlet tartışmasında Kanada’yı ve dünya liderliğini, üzerinde “güneş batmayan” Büyük Britanya’ya kaptıran Fransa’nın kolu kanadı kırılmış, özgüveni sarsılmıştı.

Sosyolojiden beklentiler

Yaşanan yenilgilerin ve gerilere düşmenin analitik - akılcı - nesnel nedenleri olmalıydı ama hangisi? Din mi bilim mi? Ruh mu madde mi? Avrupa sorununun çözümü Auguste Comte’un “Bilimlerin Kraliçesi” adını verdiği genç sosyolojiden bekleniyordu. Durkheim, özgün “yöntem” ve “işbölümü” denemeleriyle bu çetin görevi üstlendi. Tasarladığı işlevsel toplum modelinde, kurumlar birbirinden üstün değil “karşılıklı” bağımlıydı. Toplum hayatında dine de yer vardı bilime de. Sorunlar Avrupa’dan ya da Fransa’dan değil, yaşanan devrimlerin dayattığı “değişim süreci”nden kaynaklanıyordu. Çağdaş toplumlar, benzeş birey ve kurumların “mekanik dayanışması”ndan, benzeşmeyen (farklı) kurumların “organik dayanışması”na geçiyordu. Alman Tönnies, bu sürecin adını koymuştu: Gemeinschaft-Geselschaft (cemaat-cemiyet, topluluk-toplum). Komşu İngiltere’de, gelişmeleri saygın akademisyenlerden daha doğru okuyan, mühendis-sosyolog Herbert Spencer, Darwinci “sosyal evrim” sürecinde de “güçlünün ayakta ve hayatta kalacağı” görüşünü savunuyordu...

Teorik açıklama pragmatik çözüm

Kuramlar, uygulamalı açıklamalar Fransa’nın derdine deva olmadı. Atlantik ötesinde Amerikan demokrasisi yükselir (Tocqueville), komşu Alman sanayii güçlenir, Büyük Britanya gücünü dünyaya kabul ettirirken, Fransa kırılan onurunu nasıl onaracaktı? Olanların, geri kalmanın bir sorumlusu olmalıydı. 1889 Paris Fuarı, Eiffel Kulesi ve bedelini Osmanlı’dan alıp Amerika’ya armağan edilen Özgürlük Anıtı, filozof Henri Bergson’un “Hayati Atılım” aşısı Fransızların yaralı gururunu onarmaya yetmedi. Fransız toplumunu aradığı haini buldu: Almanlara casusluk yapan, Musevi asıllı Topçu Yüzbaşı Alfred Dreyfus. Yıllar süren, davalar, savcılar, duruşmalar, tanıklar, kanıtlar ve kararlar sonunda ömür boyu hapse mahkûm edilen Dreyfus sürgüne gönderildi. “Bilinçaltı” yatışmış gibi görünürken, toplumun üst benliğini ve öz saygısını uyarma görevini üstlenen Emile Zola, “Suçluyorum” bildirisiyle Fransa’yı uyandırdı, ayağa kaldırdı. Davalar yenilendi. Yanlış kararlar bozuldu. Aklanan Dreyfus görevine döndü. Fransa, tarihi bir yargı hatasını düzeltirken yeniden öz saygısını kazandı. Birinci Dünya Savaşı’nda yıkılmadı.

Sorun, sorular ve bir öneri

Akla şöyle bir ilk soru gelebilir: Katolik Fransa ile Müslüman Türkiye; Fransız topçu subayı ile Türk komutanlar arasında, yüzyıllık aradan sonra nasıl bir benzerlik olabilir ki? Silahlı Kuvvetler’in topçu sınıfından olmaları dışında.- O kadar az ki TSK’nin darbe senaryoları yetmedi, casusluktan sorgulananlar bile oldu. Öyleyse, başımız her sıkıştıkça ortaya atılan ikinci soru: Türk varlığına son vermek isteyen, Sevr’i, Bizans’ı, Lozan’ı unutmayan dostların bir komplosu mu? Yoksa, bizim açıkça gündeme gelmesini istemediğimiz sürgit bir davaya mı ihtiyacımız vardı? Eğer varsa, bilinçaltında bizi bunca rahatsız eden sorun nedir? Bellek, onur kaybı mı? Küresel gelişim, kentsel dönüşüm ve demokratik açılım derken, Müslüman veya Türk kimliklerimizi mi yitirdik? Neden geçemiyoruz bir türlü “Cemaat dayanışmasından, cemiyet dayanışmasına?” Kişisel öneriler var ama soruyu -üst yargıya bırakmadan- milletçe ve de ulusça yanıtlamalıyız.

Kaynaklar
Bergson, Henri, Élan vital.
Davies, Norman. Avrupa Tarihi. İmge 2006.
Tocqueville, Alexis de. Democracy in America. N.Y.: Century Co. 1898.

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget