Balyoz - Onur Behramoğlu
ABD desteğiyle 12 Mart 1971 sonrasında kurulan ara rejim hükümeti, ordu içinde geniş bir tasfiyeye giderek muhtıradan önce solcu aydınlarla birlikte darbe hazırlığı yaptıkları öne sürülen kadroları emekliye sevk etmiş, “Balyoz Harekâtı” adı verilen bir uygulamayla solcu aydınların tutuklanıp Türkiye İşçi Partisi’nin kapatılmasının yolunu açmıştı. Sonrasında, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idam edildiler. Balyoz, o gün de bugün de bağımsızlıktan, aydınlanmadan, emekten yana devrimcilere vurulacak balyozdur.
Aydınlanma, kendi aklımızla düşünmek demek. Küresel güçlerin, cemaat-tarikat önderlerinin, bezirgânların dümen suyunda hareket eden ülke yöneticileri, kendi akıllarıyla düşünmüyor, kendi gözleriyle görmüyorlar. Alınlarındaki leke “deniz feneri” ışığında apaçık belirince ellerine geçirdikleri “balyoz”u nereye vuracaklarını hiç şaşırmamaları, kendilerinin değil, perde arkasında iplerini oynatanların mahareti. 28 Şubat 1997’ye kadar demokrasi düşmanı dinci kesimlerle işbirliği içerisindeyken postmodern darbeyi izleyen süreçte sözde demokrasi cephesiyle ittifak kuranların ekonomi alanındaki liberalizmi ile her alandaki gericiliğine iç destek; güçlendikçe güveni pekişen taşra burjuvazisinden, küçük esnaftan, toplumdaki etkileri oranında iktidar olanaklarına ulaşmak isteyen kesimlerden ve medyadaki düzen yardakçılarından devşiriliyor. Saltanatlarının geride bırakacağı enkazda, ülkenin yağmalanmış kaynaklarından arta kalanlarla, kopkoyu yoksulluğun pençesinde milyonlarca insana rastlanacaktır.
Zıtların birliği
12 Eylül artıkları ve onlara yandaşlık edenlerin anayasayı değiştirerek Cumhuriyet’i sivilleştirecekleri iddiaları, internet bağlantıları kesildiğinde bile 1923 ruhuna sövüp İkinci Cumhuriyet kurmaya kalkışmaları, demokrasiye balans ayarı yapanların meselelere yaklaşımları kadar kolaycı ve temelsiz görünüyor. “Türkiye, İran olmayacak!”sa, en kıyıda kalmışların dahi merkeze diklenmesinin önünü açacak örgütlü mücadele; demok-ratikleşecekse, askeri ve sivil bürokrasiye teknokratlar yetiştirecek köklü kurumlara sahip çıkmak... Zıtların birliği!..
Zamanı ve mekânı kendi varlıklarıyla doldurma ihtiraslarına “kelam-ı kadim”i kalkan yapanların dillerinde iktidarın kirine bulanan söz; ahlaklı, erdemli, aydın kişilerde şiire dönüşüp kavi, kallavi, kadim kelam olur. Öyleyse, 13 Ocak 1898’e, Emile Zola’nın yanına gidelim:
Paris’teki Alman Büyükelçiliği’nde hizmetçi olarak çalışır gözüken bir Fransız istihbaratı ajanı tarafından, Alman askeri ataşesinin çöp sepetinden alınıp getirildiği öne sürülen yırtılmış bir mektupla başlar her şey... Mektupta, Fransız ordusundaki bazı düzenlemelere ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Ortak kanı, bu mektubun, Savaş Bakanlığı’nda görevli bir subayca yazılarak Almanlara bilgi sızdırılmış olduğu yönündedir.
Yahudi kökenli Topçu Yüzbaşı Alfred Dreyfus neyle suçlandığını bile bilmeden tutuklanır. Yahudi düşmanı gerici basının saldırıları eşliğinde vatan haini ilan edilen Dreyfus, rütbesi sökülerek Guyana’daki şeytan adasında yaşam boyu sürgün cezasına çarptırılırken, onun suçluluğuyla ilgili kuşkularını dile getiren subay Georges Picquart da Tunus’a gönderilir. Gerçek suçlunun Binbaşı Esterhazy olduğu yönündeki tanıklıklar çoğalırken 10 Ocak 1898’de yargıç önüne çıkarılan Esterhazy, üç dakika içinde oybirliğiyle aklanır. Her şeyi tertipleyen bir yarbayla üç generaldir.
Genelkurmaydaki arkadaşlarınca ihbar edilen bir genelkurmay subayı, genelkurmay komutanlarının baskısı altında hüküm giymiştir. İşte, büyük romancı Emile Zola’nın adalet savaşçısı aydın kimliğiyle haykırışı, bu noktada, unutulmaz bir uygarlık belgesine, meydan okuyanların tarihinde eşsiz parlaklıkta bir başkaldırı metnine dönüşecektir:
“Bugün gizli, altından kalkılmaz bir belgenin, her şeyi haklı çıkaran, görünmez ve anlaşılmaz tanrı gibi önünde eğilmemiz gereken bir belgenin varlığından söz edilmesi çok iyi anlaşılıyor. Ben bu belgenin varlığını yadsıyorum, tüm gücümle yadsıyorum!.. Fransa’yı ayağa kaldırıyorlar, onun haklı heyecanının arkasına gizleniyorlar, yürekleri bulandıran ağızları kapatıyorlar, kafaları saptırıyorlar. Ben bundan daha ağır bir yurttaşlık suçu bilmiyorum... Onurun ta kendisi, yaşamı lekesiz bir adam cezalandırılıyor. Bir toplum bu noktaya geldiği zaman, artık çürümeye başlamış demektir... Gerçek yürümekte ve hiçbir şey onu durduramayacak... Bir yanda, ışığın doğmasını istemeyen suçlular; öbür yanda, ışığın doğması için canlarını verecek doğrucular. Gerçek, toprağın altına kapatıldığı zaman orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün, her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur... Bu suçlamaları yöneltirken kendimi hakaret suçlarını cezalandıran 29 Temmuz 1881 tarihli Basın Yasası’nın 30 ve 31. maddelerinin kapsamına soktuğumu biliyorum. Bu tehlikeye isteyerek atılıyorum. Suçladığım insanlara gelince, onları tanımıyorum, hiçbir zaman görmedim, kendilerine ne hıncım var, ne kinim. Benim için birer kendilikten, toplumsal kötülük ruhlarından başka bir şey değiller. Burada yerine getirdiğim edimse, gerçeğin ve adaletin patlamasını çabuklaştırmak için başvurduğum devrimsel bir yol yalnızca. Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım, ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın. Bekliyorum.”
“Ve aynada uzun uzun baktım yüzüme / Gözlerimi kaçırmaksızın uzun uzun baktım / Yorgun ve yakışıklı sabah yüzüme / Çünkü bu hayata çalıştım ben, yüzüme, her şeyime / Bakışlarımda bir anlam varsa bana aittir.../ Bu dünyayı kendi gözlerimle görmeyi öğrendim sonunda / Gözlerim bana aittir.” Şairin yüzünde, bakışlarında, sözlerinde bir anlam varsa, namuslu insanların, toplumsal kötülük ruhundan başka bir şey olmayanlara karşı, o anlama sahip çıkmaları gerekir. 1670 tarihli “Düşünceler”iyle Pascal, tam da bunu yaparak yüzlerce yıl öncesinden selam gönderiyor:
“İnsan bir saz gibidir, doğadaki en güçsüz şey; ama düşünen bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle silahlanması gerekmez, onu öldürmeye hafif bir rüzgâr esintisi ya da bir damla su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha soylu olurdu, çünkü insan öldüğünü de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü de... Oysa evren bunların bir tekini bile bilmez. Öyleyse bütün değerimiz düşünceye bağlıdır. Başımızı dik tutabilmemiz için gereken destek noktası düşüncedir, bütünüyle doldurmayı hiçbir zaman başaramayacağımız zaman ve mekân değil. Öyleyse iyi düşünmeye çalışalım, ahlakın ilkesi budur işte.”
Yorum Gönder