11 Eylül deyince aklıma hep 2001 güzünde Madrid’de yaptığım bir yemek sohbeti gelir…
2001’in Kasım’ıydı. Uzun bir aradan sonra döndüğüm İspanya’da, çoktan görmediğim bir eski dostu aradım. Aydın çevrelerde tanınan bir isim olan arkadaşım, ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından “Brookings” enstitüsünde uzun süre çalışmıştı. Buluşup birlikte yemeğe gittik. Henüz daha garsona yemekleri ısmarlamamıştık ki, arkadaşım sabırsızlıkla “Bana şu belediye başkanını anlatsana!” dedi.
“Bunca yıl sonra ‘merhaba’ derken, belediye başkanı da nerden çıktı? Hem hangi belediye başkanını merak ediyorsun ki?” diye üsteleyince, ahbabımın heyecanla Recep Tayyip Erdoğan’ı sorduğu anlaşıldı…
Kendisine “Erdoğan’ı niye merak ediyorsun?” dedim.
“Çünkü” dedi, “gelecekteki başbakanınız o olacak!”
“Bunu da nerden çıkardın? Bizim başımızda halihazırda bir başbakan var!” diye inatla direttim saf saf…
“Sen geleceğe bak!” yanıtını verdi arkadaşım: “Türkiye önümüzdeki dönemde ‘ılımlı İslamın temsilcisi’ ve Tayyip Erdoğan da başbakanı olacak…”
‘Türk laikliğinin inandırıcılığı yok!’
Ağzımı açıp, “Ama Türkiye Cumhuriyeti laik bir ülke…” filan demeye kalktığımda, muhatabım; “Bırak bunları!” diye ekledi: “Türkiye’nin laikliğinin Batı nezdinde herhangi bir ağırlığı, inandırıcılığı yok. Batı; ‘İslamın doğası’nın laiklikle zaten bağdaşmadığını varsayar…”
“Türkiye ılımlı İslam ülkesi”, “Başbakan Erdoğan” gibi ifadeler; günün dünyasından geriye bakıldığında, tabii artık ziyadesiyle kanıksanmış, içselleştirilmiş konular. Ama o dönem için bunlar “şaşırtıcı” söylemlerdi.
Kendi adıma ben, Recep Tayyip Erdoğan’dan “Başbakan” sıfatıyla bahsedilmesini ilk kez o yemekte duymuş ve bunu harbiden şaşkınlıkla karşılamıştım. Hem öyle rasgele bir “olasılık”, “muhtemel bir senaryo” olarak değil, kesin hükme bağlanmış, hiçbir itiraz/kuşku kaldırmayan bir yazgı havasında konuşulan, kullanılan bir tanım halini almıştı daha o dönemde “Başbakan Erdoğan”.
11 Eylül’ün ikinci ayında daha, Türkiye’den bir “ılımlı İslam modeli” şablonuyla bahsediliyordu. Modelin başına gelecek başbakanın adı, sanı.. uluslararası “think tank” çevrelerinde -ortada henüz fol yok yumurta yokken!- böyle açıktan konuşuluyordu.
11 Eylül denince o nedenle ben artık “İkiz Kuleler’i”, “Afganistan mağaralarını” falan değil, Madrid’de yediğim o yemeği ve o yemeğin hemen birinci yılında iktidara gelen AKP’yi düşünüyorum.
Türkiye’de arkadan muazzam bir “paradigma değişikliği” yaşandı. Bir dönem kapandı, yeni bir dönem açıldı. Ortadoğu boydan boya hallaç pamuğu gibi atıldı. Afganistan, Irak işgallerinden.. Arap Baharı’na uzanan süreçte, etrafımızdaki coğrafyada tüm taşlar oynadı/oynatıldı.
‘Araf’taki yeni dünya
Bu, Türkiye ve bölgeden yapılabilecek en kısa değerlendirme.
ABD ve Batı açısından konuya yaklaşanlar; 11 Eylül’ün ilk on yılının bilançosunu çıkarırken, Ortadoğu’daki depremlere değil; asıl Batı’da, özellikle de ABD’de yaşanmakta olan büyük depreme odaklanıyorlar.
Lamı cimi yok. “Küresel emperyalin”, artık ters yüz edilemeyecek bir çöküş içinde olduğu iddia ediliyor. Ve akabinde hemen “Batı”nın çöküşüne eşlik eden “Doğu”nun yükselişine dikkat çekiliyor.
Dünyanın ekseni kısaca küresel bağlamda kayıyor.
Bu büyük bilançoda, Ortadoğu’daki değişimler -görece olarak- nerdeyse bir dipnota indirgeniyor.
Küresel “11 Eylül analizlerinin” bugün ısrarla asıl üzerinde durdukları konu, Amerikan imparatorluğunun çöküşü üzerindeki yorumlar…
Yorumlar öyle ileri noktalara vardırılıyor ki; artık “imparatorluğun” çöküp çökmeyeceği değil.. hangi tarihte, ne zaman çökeceği tartışılıyor.
2015… 2020 gibi tarihlerden söz edenler, tarih verenler çıkıyor.
“Terörle savaş adına girişilen askeri maceralar, Doğu’nun rekabeti altında zaten zorlanmakta olan ABD ekonomisini batağa sapladı!” deniyor: “Üç dört trilyon dolarlık faturayla gelen Afganistan ve Irak savaşlarının uçuk maliyetlerinin yanı sıra beraberlerinde getirdikleri etki ve inandırıcılık kayıpları, Amerikan imparatorluğunun çöküşünün işaret fişeğini fitilledi. 2011’in dünyası, bundan böyle artık 2001 yılının tek kutuplu dünyası değildir. Dünya, son on yıl içinde tek kutuplu olmaktan çıkmış; çok kutupluluğa doğru hızla yol almaya başlamıştır…”
Arkada bıraktığımız on yıl, “on yıl” gibi değil, gerçekte bir asır gibi geçti.
Ülkemiz, içinde yaşadığımız bölge ve dünya, baştan sona tanınmayacak ölçüde değişti.
Önümüzdeki yıllarda görünen o ki daha çok sarsıntı, değişim göreceğiz.
Şu anda bir “araf”tayız…
Ben kendi ömür çizgimde jeostratejik dengelerin bundan daha kaygan, daha muğlak olduğu bir zaman dilimi hatırlamıyorum.
Buradan devam ederiz.
Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet
Yorum Gönder