Şeriatçı takım, niçin Atatürk’ü unutturmak istiyor? - Ali Eralp

Bu yıl, “deprem bahanesi” ile Cumhuriyet Bayramı AKP tarafından iptal edildi.
Ama halkımız cumhuriyetine sahip çıktı. Bayrağını alan meydanlara koştu. Fener alayları düzenlediler. Bu memleketin sahipsiz olmadığını bir kez daha dosta düşmana gösterdiler.
Bu yasaklama olayı, 88 yıllık bir öç alma duygusunun, Atatürk düşmanlığının dışa vurumudur ve 88 yıllık Cumhuriyet tarihimizde ilk kez gerçekleşiyor. Şeyh Sait’lerin, Said Nursi’lerin, Derviş Mehmet’lerin, Derviş Vahdeti’lerin torunları, bugün muhalefetin güçsüzlüğünden de yararlanıp, “fırsat bu fırsat” diyerek Cumhuriyete, cumhuriyet kurumlarına savaş açmıştır.
Şeriatçı çeteler, her dönemde emperyalizmi dost, Kemalizm’i düşman bildiler…
Çünkü uygarlığa, bilime karşı çıkmak ve yabancılarla ülkesi aleyhine işbirliği yapmak onların genel yapısında, mayasında vardır…
Osmanlının son dönemlerinden bu yana, şeriatçı çeteler tarafından bu görev aksatılmadan günümüze değin eksiksiz yerine getirilmiştir.
Yobaz kesim, bilimden hiç hoşlanmaz. Bilimi, fenni sevmez. Örneğin Darvin’e inanmaz. Doğa yasalarını tanımaz. Depremleri bir takım gizli güçlerle açıklamaya çalışır:
“Günahkârdılar, hak ettiler…” “Üniversiteli öğrencilerin yüzünden deprem oldu…” gibilerinden safsatalarla işin kolayına kaçarlar.
Felaketler ortaya çıkmadan önce önlem alacakları yerde kendi ahmaklıklarını, suçlarını Tanrı’ya yükleyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışırlar. Beyinleri yeşil sarıklı, kara çarşaflı tüm siyasal İslamcıların sıkıştıklarında başvurdukları bir yöntem, bir can simidir bu…
Ahmet Taner Kışlalı bir yazısında “Tanrıyı kim kullanır?” diye sorar, sonra da şöyle yanıtlar:
“Giordano Bruno ne güzel söylemiş: ‘Kötüler Tanrı’yı, Tanrı ise iyileri kullanır.”
Tanrı peygamberleri kullanmış. Bilge kişileri kullanmış. Atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış.”
Yobazlar, geçmişte neden Köy Enstitülerini kapatıp, köylünün eğitim ve öğretimini engellediler? Neden halkımızın okumasını istemediler? Neden onun bilinçlenmesine karşı çıktılar?
Ve günümüzde, çağdaş eğitim kurumları yerine neden durmadan Kuran kursları açıyorlar? Ve neden Milli Eğitimden, sağlıktan önce en büyük bütçeyi diyanet işlerine ayırıyorlar? Binlerce öğretmen işsiz güçsüz oysa…
Çünkü onlar yığınları ancak bir takım hurafelerle, boş inançlarla kendilerine bağlamakta, öteki dünya vaatleri ile üzerlerinde egemenlik kurarak, sömürebilmektedirler. Bunun en açık örneğini Deniz Feneri’nde, Kombessan’da, Jetpa’da yaşadık. Milyonların saf, temiz duygularını, inançlarını kullanarak, el emeği, göz nuru birikimlerini talan ettiler. Han-hamam, mal-mülk sahibi oldular…
İşte bu nedenle kitlelerin bilinçlenmesinden ödleri kopar onların. Halk düşünmeye, kendi mantığı ile olayları yorumlamaya, gerçekleri ve sahtekârların gerçek yüzünü görmeye başladığı zaman işleri bitmiş demektir. Çağ dışı din bezirgânları için Mustafa Kemal şunları söyler:
”Bizi yanlış yola sevk eden habisler (soysuzlar), çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve melanetten(kötülükten) gelmiştir.”
Atatürk’e göre en gerçek, en doğru tarikat ”Uygarlık tarikatı”dır. Dinsel tarikatçılık, ülkeleri ”yanlış yollara sevk eder”, çıkmazlara götürür. Çünkü dinlerin egemenlik kurduğu, şeriatla yönetilen toplumlarda akıldan, bilimden söz edilemez, ilerleme sağlanamaz.
Bilim çağdaşlık, yenilik demektir; değişim, gelecek demektir. Şeriatçıların en büyük düşmanı ise değişimdir, yenileşmedir.
Çünkü değişimin, yenileşmenin olduğu yerde ne hurafe vardır, ne üfürükçülük ne muska… Bilimin temel dayanağı akıldır, dincilerin ise inançtır.
Gerçekleri ve doğruları sadece kutsal kitaplarda arayan, sorunların çözümünü göklerden bekleyen bir siyasal yönetim, ilerlemeyi gerçekleştirip, çağdaş uygarlığı yakalayabilir mi, bu mümkün müdür?
Yüzyıllardan bu yana, kuşaktan kuşağa geçen böyle bir dinci anlayışa karşı Atatürk devrimleri, temelleri bilime ve yaşamın gerçeklerine dayanan çağdaş bir görüş ortaya çıkardığı için çok önemlidir. Atatürk’ün hedefi toplumu ve özellikle gençleri ‘‘dinsel âlem” in baskısından kurtarıp öküzün boynuzundan indirilmiş ”maddi dünya”ya çekmek, düşünen beyinler yetiştirmekti.
Sonuçta boş inançların yerini akıl ve bilim alacak, uygarlaşmanın temel yöntemi araştırma, inceleme, ”değişim” yoluyla da toplumun çağdaşlaşması sağlanacaktı. Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk şöyle der:

”Biz ilhamlarımızı gökten ve gaibden (görünmeyen âlem) değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”

Ne var ki, cumhuriyet hükümetinin bu gerçek laiklik uygulaması siyasete kurban gitti. 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri kondu. 1950′den sonra ise iş iyice çığırından çıktı ve siyasal yönetimler, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için ”din silahı”nı kullandılar.
Oysa uygar, laik toplumlarda, ortaçağdan sonra akıl, bilim ön plana geçtiğinden, din tartışmaları ve din güncelliğini yitirmiş, kimse kimsenin dini imanı ile uğraşmaz olmuştu. Bunun sonucunda Batı’da Kopernik’ler, Eistein’ler, Darwin’ler topluma yön verip ışık saçarken bizde Derviş Vahdeti’ler, Said Nursi’ler, pıtrak gibi çoğalıp, politikacılarla birlikte ülkemizi karanlığa gömdüler.
Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar.
İşte siyasal İslamcılar Atatürk’ü bu yüzden sevmezler. Yani “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” dediği için sevmezler ve onu unutturmak isterler.
Çünkü bilim doğmacılığa, değişmeyen inanç kurallarına karşıdır. Hayatta tek gerçek yol gösterici bilim, fen olduğu zaman inanç, vicdanlara yerleşmek zorundadır. Din Allah’la kul arasında kaldığı sürece sömürü kaynağı, afyonlama aracı olmaktan çıkar ve siyasal İslamcılara yaşam hakkı tanımaz.
Dinin mekânı vicdanlardır. Kul ile Allah arasında kimsenin işi olamaz.
Tarikatlar da cemaatler de İslam dinine aykırıdır.
Şeriatçıların tarihteki ikinci görevi ise “emperyalistlerle ülkesi aleyhine işbirliğine girişmektir.” Tarihin her dönemde bunun örneklerine tanık olmaktayız.
Sömürgecilerle işbirliği yapan bu irtica takımı, Mustafa Kemal’i ve Kurtuluş Savasını engelleyebilmek, efendilerine hizmet edebilmek için elinden geleni ardına koymadı. Sait Mola’lar, Şeyhülislam Dürrizade’ler, Derviş Vahdeti’ler, Anzavur’lar kolları sıvayıp, isyanlar çıkardılar. Kuvayi Milliye ve Atatürk’e karşı direniş hareketlerine giriştiler. Menemen’de Kubilay’ı kestiler.
Mustafa Kemal Atatürk bu ihanetleri, en ince ayrıntısına kadar Nutuk’da anlatarak, gözler önüne serdi. İşte onun kaleminden, işbirlikçi Sait Molla’nın İngiliz Rahip Frew’ya yazdığı bir mektup:
“Verilen iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işlerimiz pek yolunda gidiyor, Karacabey ve Bozkır’dan bir haber alamadık…”
Daha sonra 1919’da ortaya çıkan Bozkır Ayaklanmaları da göstermiştir ki bu isyanlarda İngiliz parmağı vardır ve tüm isyanlar, “hoca, hacı” unvanlı kişiler tarafından düzenlenmiştir. “Hoca Abdullah, Hoca Talat, Hacı Hasan gibi isimler bunlardan sadece birkaç tanesidir. Ama bu ihanet takımının yanında birçok yurtsever dindarın ulusal Kurtuluş Savasına yaptığı hizmetleri asla yadsıyamayız ve bu gerçeği de burada söylemeden geçmeyelim. Gerçek dindarlarla, din ticareti yapanı yeri gelmişken ayıralım.
Ulusal Kurtuluş Savaşını işgalci güçlerle bütünleşerek engellemeye çalışan bu ihanet çeteleri, Cumhuriyetin ilanından sonra da kurulan modern Kemalist düzeni benimsemeyerek, Şeyh Sait ve benzeri türden isyanlarla 1923 Devrimin karşısına çıkmıştı.
Çünkü onlar için önemli olan ne ulus, ne ulus devletti. Onlar için önemli olan ümmetti, kuldu…
İşte siyasal İslamcılar Atatürk’ü bu nedenle sevmezler. Yani “İstiklali Tam”, tam bağımsız bir Türkiye istediği için, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” dediği için sevmezler ve onu unutturmak isterler.

Bugün de onların mirasçıları aynı yolu izleyerek Kemalist Cumhuriyet rejimine son vermeye çalışmakta, yurtseverleri zindanlara doldurmaktadırlar.
İstanbul’un yabancılar tarafından alınmasından sonra, 1919-1920 yıllarında emekli generaller, profesörler, milletvekilleri, valiler, gazeteciler ve ordu komutanlarının bir İngiliz sömürgesi olan Malta’ya sürgün edilmeleri Kurtuluş Savaşını nasıl durduramadıysa; Ergenekon’lar, Silivri Zindanları, Hasdal’lar da günümüzün “tam bağımsızlık” ve demokrasi mücadelesini asla durduramayacaktır…

Ali Eralp

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget