Kazım oğlu Kazım, sonuncu erkek kardeşi pilot teğmen Nizamettin’in uçağı Kadifekale’ye çakılalı, dolayısıyla Kırıkkanat soyadını alalı 1 yıl olmuştu. Kendisi de incecik, gencecik, çakır gözlü bir teğmendi.
Dersim’e gönderildiğinde takvimler 1935 yılını gösteriyor ve beş yıl önce başlayan Kürt ayaklanması devam ediyor, teğmen Kazım savaşa gidiyordu.
Bekârdı. Gözü arkada kalmamıştı, hele kardeşinin ölümünden sonra çoluk çocuğa karışmamaya kararlıydı. Cesur muydu bilmem ama, korkmadığını biliyorum. Ölümü yaşamın bir parçası sayar ve dinlere inançsız olmasına karşın, tanrısal bir kaderciliği vardı.
Günümüzde belki düşük yoğunluklu savaş denir, belki denmezdi, ama 1930’da Ağrı’da biri bitip diğeri başlayan ayaklanmalara karşı süren Dersim harekâtında, 1935’te irtibat subayı olarak görevliydi, Kazım Kırıkkanat.
Çatışmalarda hasım Kürt aşiretleriydi, ama Türk ordusunda aşiretlere karşı savaşan çok sayıda Kürt askeri de vardı ve onlardan biri, dağ gibi haşmetli bir Kürt delikanlısı, babamın emir eriydi.
Bir gün, Türk mevzileri arasında mekik dokuyan irtibat subayı Teğmen Kazım ve Kürt emir eri, çıplak vadinin ortasında iki ateş arasında kaldılar. Çam yarması yağız Kürt delikanlısı, “Komutanım yat!” diye naralanarak cılız teğmeni yere devirdi ve ufacık tefecik babamın üstüne kapandı.
Başlarının üstünden vızır vızır kurşunlar uçuşurken ve makineli tarakaları arasında, “Senin evde çoluk çocuğun var” diye bağırdı babam, “Benim kimsem yok, kendini koru!” Kürt delikanlısı: “Senin anan bir oğlunu kaybetmiş, tek sen kalmışsın. Bizde çok oğul var komutanım...” deyip kıpırdamadı gövdesini siper ettiği babamın üstünden. İkisi de sağ çıktılar o gün, o çapraz ateşten.
Dersim 1935’ten öteye, sadakat ve fedakârlık deyince, “Kürt” derdi babam. Rütbesi yükseliyor, ama en yakınında, en güvendiği, yıllar sonraki manevralara, yurtdışı görevlere annemi ve ablamı emanet edip gittiği askerlerin kimliği değişmiyordu: Hepsi Kürt’tü.
Onları sevdi, saydı, ezmedi ve ezdirmedi. Çünkü ezildiklerini, ezilmişliklerini biliyordu. Anlamıştı.
***
Babamın Dersim’de yaşadığı bu olayı, ilk kez 2002 yılında yazdım ve yayımladım. Ama 1935 yılında Dersim’de görüp tanık olduğu her şeyi henüz anlatmadım…
O günlerin tanığı Kazım Kırıkkanat bugün sağ olsaydı ve Başbakan Erdoğan’ın Dersim katliamına dair devlet adına özür dilediğini duysaydı, kalemini kuşanır, “Hangi Dersim’den özür diliyorsunuz?” diye sorardı.
1930’dan 1935’e PKK bugün ne yapıyorsa onu yapanların, devlete karşı ayaklananların, karakol basıp okul yakanların Dersim’inden mi, yoksa 1937’den 1938’e devletin kurunun yanında yaşı da yaktığı, orantısız bir şiddet ve kan dökerek cezalandırdığı Dersim’den mi?
Fransa’nın Hatay’ı vermemek için Suriye’de beslediği Ermeni Hoytur (ya da Hoydun) örgütü, Ermeni Zilan (Ardeşir Muradyan) gibilerinin isyana kışkırttığı Kürt aşiretlerden mi, yoksa Türk ordusuyla birlikte bölgede devlet otoritesini savunan Kürt ve Alevilerden mi?
Sayın Başbakan, Dersim’in isyan tarihini, sanki adına özür dilediği devlet bir sabah kalkmış, hadi bugün Dersim’de katliam yapalım, demiş gibi 1937’de başlatıyor. Oysa Dersim’de 1930’dan öteye ilgaya çalışılan devlet, daha 1935’te katliam yapmaya başlıyor.
1937’den ötesi için dilenen özür, neyi kapsamaktadır? Sonuncu isyanı başlatan cumhuriyet düşmanı, dini lider Seyit Rıza’nın idamını mı? Yoksa CHP’nin özür dilemesi gerektiğini bahane edip, laik Kemal Kılıçdaroğlu’nun dinini imanını sorgulamaya mı? Hangi hakla?
***
1937’deki Dersim isyanı, Alevi değil, Kürtçü bir isyandır. Başbakan Erdoğan o zaman katledilen Kürtçülerden özür diliyorsa, niçin bugün PKK’ye karşı savaştırıyor orduyu?
Yok Dersim’de kurunun yanında yanan yaşlardan, Aleviler ve Alevi Kürtlerden özür diliyorsa, niçin Osmanlı’nın tehcir ve katlettiği Ermenilerden dilemiyor?
Ulusal ve uluslararası platformlarda “Sözde Ermeni soykırımını politikacıların değil, tarihçilerin tartışması gerekir!” derken; Dersim’in kanlı tarihini siyasal tartışmaya açmak için tarihçi olmayan Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları”nı okuması yetmiş. Çünkü içinde “din” var, “mazlum” var.
Oysa bugün, AKP’nin yasadığı “özel yetkilerle” hapislerde çürütülen ve teker teker kahrından ölenler din mazlumu değil.
Dolayısıyla ne düzeltme, ne özür; zulüm devam edebilir.
‘G’ NOKTASI
Babam Kazım 1908, annem Şadiye 1912 doğumluydu. Osmanlı İmparatorluğu’nda doğup Cumhuriyet’in kuruluşunu gören bir anne babanın “tekne kazıntısı” olmak, zaman zaman şaşırttı, ama hiç canımı sıkmadı benim. Tam tersine. Arkadaşlarımın anne babaları gencecik, benimkiler yaşlıydı; çoğu kez ablamı ve eniştemi anam babam sanıyordu herkes. Ne gam. Onlar iki devletin tarihine tanık olmuşlardı, iki yaşamlık anıları vardı ve öyle tatlı tatlı anlatırlardı ki...
Ruhları yürekleri kadar aydınlık, dosdoğru insanlardı. Direnmeyi öğrettiler bana. Hiçbir baskıya ve kimseye boyun eğmemeyi. Onlara layık olmaya çalışıyorum.
“Yazar soyluluğu, baskıya direnmek ve yalnızlığa boyun eğmektir.”
Mine Kırıkkanat/Cumhuriyet
Yorum Gönder