Masmavi bir göğün altında yürüyorum Girne sokaklarında... Yürüyerek yat limanına gidip boş kahvelerden birine oturuyorum...
Akdeniz güneşi insanın içini ısıtıyor.
Vasko Popa’nın kitabı var elimde...
Onun dizeleri Girne’ye yakışır bence.
Avuçlarımda güneş suyu içen kuşları seyrederken bir zaman yolculuğuna çıkıyorum.
Lara ne çabuk büyüyüp genç kızlığa doğru koşmaya başladı... Lila ve Batu konuşmaya...
Akdeniz’in lacivert suları yüreğimi dolduruyor birden...
Düşünüyorum...
Van ve Erciş...
Orada çadırlarda yaşayan çocuklarımız geliyor aklıma...
Enkaz altından çıkan, hayata sarılan, o gözlerinin içi gülen çocuklar.
Vasko Popa’nın dizelerinde bir çocuksu gülüşü yakalarken kendi kendime mırıldanıyorum:
“Işır ellerin senin
yüzümün ortasındaki yalazdan.
Günüm senin ellerinde başlar
çiçek açar ellerin senin
içimdeki sonsuz uzaklıklarda
bil ki oralardan geçmedi kimseler.
Ellerin görür ellerimde
dünyadaki yıldızlı ellerin sonsuz düşünü.”
***
Bir hafta önce bir pazar sabahı 40 yıllık arkadaşım Rahmi Saltuk’un 21 yaşındaki oğlu Baran’ın ölüm haberiyle sarsılmıştım...
Pazartesi günü öğle saatlerinde Okmeydanı’ndaki cemevinde yapılan cenaze töreninde anne Asuman ve Rahmi Saltuk’la birlikteydim....
Asuman’ın yanına ben, Rahmi’nin yanına Edip Akbayram oturmuş acılarını paylaşıyorduk.
Bir ara Rahmi kulağıma fısıldadı:
“Birkaç gün önce Baran Müştak Amcasıyla (Güner) telefonla konuşmuştu...”
Girne’de dün sabah yat limanında bir kahvede çayımı yudumlarken çok eski yıllara gidip geldim mavi-boz renkli kuşların kanatlarında.
Yerimden kalktım yürümeye başladım...
Kalenin oralarda bir yerde yine boş bir kahveye oturdum...
Kahve söyledim kendime...
Egito Gonçalves’in dizelerini mırıldanıyordum bu kez... Soruşturma sırasında gelen ölümü... Sabahleyin düş görmeden uyuyan erkeği...
***
Gözlerimi yumdum... Anımsamaya çalıştım gözaltındaki ölümleri...
“Soruşturma zamanı sürüklüyor;
dayanılmaz kılıyor yaşamı lambalar.”
Sabahleyin üçte yüreği dayanamadı... İki görevli vardı ölünün başında... İki sigara tablası, otuz izmarit...
Böyle miydi şairin dizeleri, uzun uzun düşündüm...
Beyaz köpüklü dalgaları özlemiştim, onu fark ettim bir ara...
İnsanın içini ısıtan güneşi...
Genç ölümleri...
Of ne kadar da çok yazıyorum genç ölümleri!
Bir derin acı ve hüzün iç içe.
Sözcüklerden sıyrılan bir hayat, sessizliği yiyip, sessizliği içmek Egito gibi...
“Git bakalım elinde ışıkla,
surlar dışında kimi bulursan anlat,
anlat dünyamızı onlara, korkularımızı anlat, ölen şiirimizi.”
İnce bir yüz, duru güzellik nedir sizce?
Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgi!
Düşünüyorum...
Tam o sırada denize doğru bağıran kuşlar, ben ve az sayıda Türk ve İngiliz turist var çevrede.
***
Ölümlerin kol gezdiği, faili meçhul cinayetlerin sıradan sayıldığı bir toplumda yaşamanın acısını çekiyoruz toplum olarak.
Hesap soramıyoruz...
Gözaltılar, tutuklamalar...
Tutukluluk süreleri üç yılı aşan kaç meslektaşımız var?
Kontrgerillanın, derin devletin tetikçileri içeride ama asıl “vur emrini” verenler dışarıda...
Hırsızlar, ihaleye fesat karıştıranlar, saf Müslümanları dolandıranlar, vurguncular, talancılar dışarıda ama düşünce suçluları, günlük tutanlar, parasız eğitim isteyenler, adı olup kendi olmayan “terör örgütü üyesi” ya da “terör örgütüne yardım ve yataklıktan” içerideler.
Bir pazar günü Girne’de bunlar geliyor aklıma...
Van’da ve Erciş’te soğuktan titreyen insanlar, ölen bebeler...
Akdeniz’in laciverdiyle göğün mavisi birbirleriyle kucaklaşıyor.
İncecik bir gölge masamın başına iniyor tam o sırada...
Yerimden kalkıp yeniden yürümeye başlıyorum hesabı ödedikten sonra...
Hikmet Çetinkaya/Cumhuriyet
Yorum Gönder