Başımı iyice ama iyice yukarı kaldırarak baktım, devasa bir yapıydı…
İlk bakışta, “Avrupa’nın en büyük adalet sarayı” sıfatını hak eder gibi görünüyordu… Önündeki geniş düzlükte onlarca kamera, yüzlerce yerli, yabancı gazeteci, kapısında ise inceden inceye aranıp içeriye girmek için uzun kuyruklar oluşturmuş insanlar bekleşiyordu… Ancak içeri girmek yetmiyordu!.. Anayasamıza göre “aleni” olan duruşmaya katılabilmek için ikinci bir kuyruğu, özel güvenlik görevlilerini, polisi aşmam ve sonrasında duruşma salonunda yer bulmam gerekiyordu… Çünkü, Avrupa’nın en büyük Adliye Sarayı’nın en büyük duruşma salonu en fazla 60 kişilikti!.. Üstelik bu salon, OdaTv davasının görüleceği salon da değildi… Çok kalabalık olacağı anlaşılınca, lütfedilmiş, 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin duruşma salonu tahsis edilmişti!.. İlk tepkim şöyle oldu:
- Demek ki bu da yetmiyor, dünyanın en büyük adalet sarayı lazım!..
***
Ben şanslıydım… Kavga kıyamet arasında bir yolunu bulup kendimi duruşma salonuna atabildim. 60 kişilik salona, bir sandalyeye üç kişi ve yere çömelme taktiği sayesinde yaklaşık 200 kişi sığıştıktan sonra oyunun pardon duruşmanın ikinci perdesi açıldı… Hâkimin sözlerinden sanıkların duruşma salonuna getirildiğini anladık. Çünkü güvenlik görevlileri ve jandarmanın oluşturduğu etten duvar sayesinde hiçbir şey göremiyorduk!.. Zaten ses düzeni de bozuk olduğu için neler olup bittiğini daha sonra avukatlardan öğrenebilecektik!.. Ancak şu kadarını anlayabilmiştik:
- Sanık avukatları reddi hâkim talebinde bulundu, hâkim de bu talebin görüşülmesi için davayı 26 Aralık tarihine erteledi!..
İşte bu kadar!.. Ne 9 ay sonra ilk kez hâkim karşısına çıkan sanıklara konuşma izni verildi ne de avukatların talepleri kabul edildi.
Sonra duruşma bitti!.. Savcının istediği gibi tahliye talepleri söz konusu bile olmadı. Ben Soner Yalçın’a, Nedim Şener’e, Doğan Yurdakul’a, Barış Terkoğlu’na, Barış Pehlivan’a el sallamaya çalıştım ama önlerine dikilen güvenlik görevlisi kendisine zannedip gülümsedi. Beni bırakın, Nedim’in eşi bile duruşma boyunca eşiyle göz göze gelebilmek için her şeyi denedi ancak bir kez bile başaramadı!.. Salondan çıkmaya çabalarken aynı sandalyeye sığıştığımız İtalyan gazeteciler niçin ikide bir salona girip çıktığımızı anlayamıyorlardı. Biri, “duruşma ne zaman başlayacak” diye sordu… Ben de dilim döndüğünce 1930’ların İtalya’sından örnekler vererek anlatmaya çalıştım..
- Anladı mı bilmiyorum ama yüzüme nasıl baktığını anımsıyorum…
***
Neler olduğunu duruşma salonunun dışında öğrenebildik!..
Soner Yalçın’ın şayet duruşmada konuşabilseydi neler söyleyeceğini de avukatının dağıttığı yazılı metinden öğrendik, iyi mi?.. “Bugün, burada sanık sandalyesinde oturan düşüncedir” diye başladığı konuşmasında, gazeteciliğin ne olduğunu, hakikate tutkuyla bağlı olmayı, yürekli olmayı anlatan Soner, sözlerini şöyle bitiriyordu:
- Biz gazeteciyiz, bu duruşmalarda yakınmayacağız. Cesaretle bu karanlık tertibin üzerine gideceğiz. Biz gazetecilere yakışan budur. Bize yakışan duruşma salonunu haber merkezine çevirmektir. Ben içinde yaşadığım ülkeme ve çağa karşı toplumsal görevimi bir gazeteci olarak yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizde. Her mahkeme kararı, onu verenlerin yalnız hayatları boyunca değil, öldükten sonra da anılır. İyi anılır, kötü anılır ama anılır. Sizleri, tarihin huzurunda sorumluluklarınızla baş başa bırakıyorum. Türkiye’yi utandırmayınız…
Dışarı çıktığımda derin bir nefes aldım. O devasa binaya dönüp bir kez daha bakmadım bile. Az önce öğrendiğim, sevgili kardeşim Balbay’ın Silivri’de mahkeme heyetine söylediği “bu işkenceyi artık görün” sözleri aklımda yürüdüm… Sonra Soner’in konuşmasının son iki sözcüğünü düşündüm…
- Utanıyor muyuz acaba?..
Ümit Zileli/Cumhuriyet
Yorum Gönder