Çağlayan’da, mezun olduğum lisenin yerine yapılan ‘İstanbul Adalet Sarayı’ isimli dev ve çirkin adliye binasında 22 Kasım 2011 günü Odatv Davasını izlemeye gittim. Bina adliyeden çok bir AVM’ye (alışveriş merkezine) benziyordu. Hiçbir duruşma salonunun penceresi yok. Salonlar çok küçük ve kamuoyunun ilgi göstereceği davaları yurttaşların izleme imkanları fiziki olarak neredeyse imkansız. Buna karşın, adliye binasındaki kantin ve lokantalar çok büyük ve gün ışığını alacak şekilde konumlandırılmış.
Evrensel hukuk normlarına ve Türkiye Anayasası’na göre davalar aleni, yani bütün yurttaşların izlemesine açıktır. Dolayısıyla mahkeme salonları bu ilke gözetilerek hazırlanır. Gelgelelim, AKP hükümetinin “Avrupa’nın en büyük ve en modern adliye binası” diye övündüğü Çağlayan’daki “Adalet Sarayı”nda bu hukuk ilkesinin hayata geçirilmesi mimari bakımdan mümkün değildi. Üstelik bu fiziki sınırlara bir de kolluk güçlerinin zor kullanarak yaptığı engelleme eşlik ediyordu.
Ortada tam anlamıyla bir hukuk skandalı vardı. Mülkün (devletin) temelini oluşturduğu ileri sürülen adaletin uygulandığı bir adliyenin güvenliği özel bir şirket tarafından sağlanıyordu. Bu şirketin elemanları, davayı izlemeye gelen ve aralarında tutuklu yakınları, gazeteciler, hukukçular, aydınlar ile ÖDP, TKP, SDP gibi sosyalist partilerin genel başkanlarının da bulunduğu grubu engellemek için mahkeme salonunun bulunduğu koridora üç sıra halinde barikat kurmuştu. Gerekçe basitti; salon küçük!
***
Konuyla ilgili olarak yayımlanan haber ve yorumlardan, duruşmada yaşananlar ve hukuksal süreç hakkında genel hatlarıyla bilgi edinildiğini sanıyorum. O nedenle bu yazıda mahkemede yaşananlar ve hukuksal süreç üzerinde fazla durmayacağım. Ancak, Yalçın Küçük’ün duruşma sırasında yaptığı kısa konuşma önemlidir. Küçük, özetle, “Bu dava Nedim Şener ve Ahmet Şık davası değildir. Bu bizi rencide ediyor. Sanıyorum durumdan Nedim ve Ahmet de rahatsız” dedi. Çok haklıdır.
Nedim ve Ahmet’in ne düşündüğünü bilmiyorum ama, ben de böyle bir değerlendirmeden rahatsız olduklarını sanıyorum. Umuyorum. Ancak şurası kesin ki, bu adlandırma medyadaki liberallerin marifetidir. Bugün büyük bir şaşkınlık içinde olup bitenleri izleyen liberal gazeteci ve aydınlar, başından itibaren Şener ve Şık’ın tutuklanmasını bir “kaza” gibi yorumlama eğilimindeler. Bu bir yanlışlıktı onlara göre ve Türkiye’yi demokratikleştiren, dahası vesayet rejimine son veren AKP-Cemaat iktidarı bu hatasından dönecekti. Çünkü bu zihniyete göre, zaman zaman amaçtan bazı sapmalar yaşansa da iktidarın izlediği politika ve yürütülen soruşturmalar (dolayısıyla tutuklamalar ve açılan davalar) esasta doğruydu.
Bu nedenle de Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasını bir kaza olarak değerlendiriyor ve ısrarla onları diğer sanıklardan ayırıyorlardı. Oysa basit bir mantık yürütme, küçük bir zihni çaba ve insanlık tücrübesinden sınırlı bir yararlanma zahmetine girmiş olsalardı farklı sonuçlara ulaşacaklardı. Olaylara eleştirel bir akıl ve bilimsel kuşkuculukla bakabilselerdi gerçeği görmeleri zor olmayacaktı. Çünkü, eğer bir davada bir kişi hakkında bile hatalı ya da kasıtlı işlem yapılıyorsa herkes hakkında da yapılabilir demektir.
***
Bilindiği gibi, Türkiye’de 2008 yılından itibaren başlatılan ve halen devam eden gerici ve faşizan saldırı dalgası sonucunda tutuklanan gazeteciler Şener ve Şık’tan ibaret değil. Üç-dört yıldır tutuklu olan gazeteciler, yazarlar, akademisyenler var. Sadece Odatv davasında bile yargılananların tamamı ya gazeteci ya da yayıncılık yapıyor. Yalçın Küçük, kamuoyu önünde olan bir akademisyen.
Ancak, büyük bir hayal kırıklığı ve entllektüel bozgun yaşayan liberaller bu durumu görmemekte ısrar ediyor. Neredeyse bütün tezleri ve öngörüleri çöken bu liberal yazıcıların –ki bazıları kendilerini hala solcu sayıyor- sözkonusu tutumu gerçekte bir korkudan kaynaklanıyor. Eğer yanıldıklarını kabul ederlerse bütün kurguları çökecek. Dahası 2007 yılında Cumhuriyet mitinglerine katılan ‘sıradan’ milyonlarca insanın (sanki onlar halk değildi) gördüğü basit bir gerçeği kavrayamamış olmanın yaratacağı eziklik de cabası.
Oysa tam da liberallerin ve yeni muhafazakarların –ki bunların büyük bölümü eski solcudur- bu tutumu yüzünden Nedim Şener ve Ahmet Şık tutukludur. Soyut bir statüko eleştirisi üzerinden somut ve gerici bir sermaye iktidarına destek verdiler. AKP-Cemaat iktidarı bu desteğin kendilerine sağladığı meşruiyete dayanarak bütün anti-demokratik ve gerici hamlelerini zamana yayarak başarıyla sonuçlandırdı. Çünkü yine aynı nedenle toplumsal direniş refleksinin kırıldığını görmüştü. Muhalefet ise polis marifetiyle zaten etkisizleştirilmişti.
Sanırım bu nedenle 22 Kasım 2011 günü Şişli Çağlayan’daki İstanbul Adliye Sarayı’nın koridorlarında bekleyen liberal-sol liberal arkadaşların yüzlerinde acı bir şaşkınlık vardı. AKP-Cemaat iktidarına pek demokratik ve özgürlükçü gerekçelerle verdikleri desteğin gerici ve faşizan bir polis devletiyle sonuçlandığını görmek nasıl şaşkınlığa yol açmasın ki? Bu arkadaşlar birdenbire kimsenin hukuksal bir güvencesinin kalmadığını, özgürlüklerin büyük bir tehdit altında olduğunu, duvarlara “Uyuşturucuya hayır!” diye yazan Dev-Lis üyesi bir liseli gencin bile 7 aydır tutuklu olduğunu fark ettiler. Ürktüler... Günahları büyüktür. Üstelik önemli bir bölümü hala hem kendilerini hem de toplumu kandırmaya devam etmektedir.
***
Odatv Davası hakkında 24 Haziran 2011 tarihinde yazdığım makalenin bir bölümünü (küçük bir iki müdahale yaparak) aşağıya almak istiyorum. Beş ay önce konu hakkında neler yazdığımı hatırlamak ve hatırlatmak için. Fazlasıyla günceldir. Tekrarında yarar görüyorum:
“Yeni muhafazakarlığın ve liberalizmin kirlettiği zihin dünyası içinde devinen insanlar artık parçalı düşünmeye başlar. Örneğin; Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklanan Nedim Şener ve Ahmet Şık diğer sanıklardan ve soruşturmaya uğrayanlardan ayrılır. Kendilerini solcu / sosyalist sayan ‘demokrat’ gazeteciler şifre skandalına isyan eden liseliler kadar bile Cemaati eleştirme cesareti gösteremez. Sanki ayıptır. Göremezler, dahası korkarlar…
“AKP’nin saldırdıklarına onlar da çok demokratik gerekçelerle saldırırlar. Perihan Mağden gibi zavallılaşan ‘demokratik enkazlar’ polis istihbaratının bülteni gibi çıkan Taraf gazetesindeki köşelerinden Tayyip Erdoğan’dan aldıkları işaretle hemen Nuray Mert’in linç ayinine katılırlar. (…)
“Böylelerini, utangaç ve korkakça da olsa muhalefet çizgisine taşıyan şey “bu kadar da olmaz” şaşkınlığıdır. Gerçekte “bu kadar da olmaz” demek, bugüne kadar olanlar için “olabilir” demektir. Farkına varılmadan, daha doğrusu parçalı düşünmenin bir sonucu olarak Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı tutuklatan irade onaylanır. Şener ve Şık bir komplonun kurbanı ise diğerleri için de böyle bir tertibin düzenlenmiş olabileceği akıllara gelmez. Bu apaçık gerçek görülmez. Bir akıl tutulması yaşanır.
“Oysa Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları daha önce evleri basılarak gözaltına alınan, hakları ve hukukları çiğnenen kişilere sahip çıkılmamasının bir bedelidir. Dramatiktir, ama sadece bir sonçtur. Eğer bu gerçek görülmez ve asıl ‘Gladyo’ yerli yerinde dururken Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Soner Yalçın, Mustafa Balbay, Fatih Hilmioğlu gibi kişilerden “darbeci” ve Kontrgerilla mensubu yaratma saçmalığına alet olunursa, gerçek Gladyo’nun aklanmasına paha biçilmez bir katkı sunulmaya devam edilecektir.
“Oysa o Yalçın Küçük, 1987’de henüz kimse bulunduğu yerden kafasını bile çıkaramazken, Ertuğrul Mavioğlu ve arkadaşlarının bir Dev-Sol operasyonunda tutuklanmasını protesto etti. Eylem yaptı. Yargısız infazlara soylu bir aydın olarak karşı koydu. Babıali’nin ortasında çıktı konuştu. O eylemde ben de vardım. Destek verdim. Tanığı Halil Nebiler’dir. Ama Ahmet Şık’ın arkadaşı Ertuğrul Mavioğlu, Yalçın Küçük’ün darbeciliği ve Kontrgerillacılığına inanıyor olacak ki, bu konuda hiç sesini çıkarmıyor.”
Evet… Bir entellektüel sefaletle karşı karşıyayız.
Merdan Yanardağ/Sol
Yorum Gönder