Geçtiğimiz Salı, Silivri cezaevinde nöbetçi yazdırdım kendimi. Haftada bir mutlaka gidip oralarda görünüyorum. Dostlara gözüküyorum, iki kelam ediyoruz, moralimiz yerine geliyor. Yani yalnız değilsiniz, biz de buralardayız demeye getiriyorum.
Biz derken otuz kişi kadar kadın ve erkeklerden oluşan bir de gönüllü grubu var. Ziyarete gittikçe gidesim geliyor. İster misiniz “patron” bana, “madem buralara meraklısın, atalım seni de içeri, gidip gelme zahmetine katlanma” desin. Benim için değil ama diğer Can’ların gidip gelmesi çok zor. Onları getiren otobüsün saatlerine uymak zorunda kalıyorlar. Kendi imkanlarıyla gelmeye kalkarlarsa, bir şey yemediklerini hatta bir çay bile içmediklerini var sayarsak 40 TL’nin üzerinde günlük bir para harcamak mecburiyetindeler.
Daha önceki gidişlerimde, akşam saat 17:00 gibi sonlanıyordu duruşmalar. O gün biraz sallandım sizin anlayacağınız. Önce Silivri’ye uğrayıp nöbetçi dostlar için börek, baklava, çamaşır ve yün çorap aldım. Cezaevine geldiğimde saat 18:00 civarındaydı. Bana o günün karar günü olduğunu, bu nedenle duruşmanın gece yarılarına kadar sürebileceğini söylediler. Sevindim tabi. Hem tahliyeler bekleniyor, hem de dostları göreceğim. Erzakları teslim ettikten sonra duruşma salonuna girdim. Sırtlarından da olsa gördüm dostları.
İster misin uğurlu geleyim de tahliye olsunlar bugün? Hadi inşallah...
Bir saat sonra hakim ara verdi, biz de çay salonuna geçtik. Orada avukatlarla, tutuklu yakınlarıyla çay içip sohbet ettik. Analar babalar umutluydu. Üst üste içtik acı çaylardan. Ne var ki hakimin verdiği ara uzadıkça uzadı. Gelen otobüsler, yolcularını da alıp gerisin geriye dönmeye başladı. Sonunda azaldık, biz bize kaldık. Verilen aranın 4-5 saat uzadığını görünce; “Yahu bu çok uzun bir ara değil mi, ne yapar bu hakimler, savcılar içeride?”, dedim.
Bana söylenenden anladığıma göre, arayı özellikle geç saatlere kadar uzatıyorlarmış ki, millet pes etsin, sıkılıp gitsin. Hatta bu zorluk nedeniyle bir daha da gelmesin. Bu beklediğimiz süre içinde içerdekilerin suçsuzlukları yinelendi durdu. Ben o aradaki sohbette ilk kez duydum. Mahkumların her birinin odasında, şahsa müstakil elektrik ve su saati varmış. Her mahkuma kullandığı suyun ve elektriğin faturası ödetiliyormuş. İçeride Azrail kol geziyor, her hafta bir ya da iki kişi ölüyormuş. Ağır hastalar hastanelere sevk edilmiyormuş. Yemekler çok kötü olduğu için sadece kantinden aldıkları peynir ekmekle beslenenler varmış. Barakalar aşırı soğukmuş. 4-5 battaniye yetmiyormuş. Bazı battaniyeler pencere ve kapı aralıklarına sokuluyormuş.
Bunlar orada konuşuluyor.
Derken duruşma tekrar başladı. Geriye kalanlar, izleyici bölümünde yerlerimizi aldık ve büyük bir heyecanla hakimin kararını dinliyoruz.
Sonuçlar hiç de iç açıcı değil.
“Şunun şuradan sorulmasına”... “Bunun buradan öğrenilmesine”...
Ölme eşeğim ölme. Hakim, bir askerin tahliyesine karar verildiğini okudu. Ön ismi şimdi aklıma gelmiyor... Özgür Kırmızı’nın tahliyesine...
Hemen arka sıramda olan ana, baba ve çocuklardan oluşan dört kişilik bir aile fırladı ayağa. Fırlamalarıyla tekrar oturmaları bir oldu. Kimi sevinçten gülüyor, kimi ağlıyor, ses çıkarmamak için de kendi ellerini ısırıyorlar. Anladım ki tahliye olan kardeşimizin ailesi. Oturduğum yerden kolumu uzattım arkama, kutlamak için. Titrek elleriyle kolumu sıkıp sıkıp bıraktılar. Yüzlerinde, acaba doğru mu duyduk, gibi bir ifade vardı. Yanlış bir şey yaparlar da karar değişir diye kıpırdayamıyorlardı.
Bu sahneyi daha sonra sevgilime anlatırken gözyaşlarıma engel olamayıp hüngür hüngür ağlayacaktım.
Hakim diğer maddeleri de okudu, ne yazık ki Özkan ve Balbay tahliye olamadılar. Gözüm Özkan’ın kızını arayıp buldu. Kız bitmişti. Daha sonra Balbay’ın annesine baktım. Kadıncağız adeta çöktü. Aslında ben de çökmüştüm ama, onları görünce bittiğimi hissettim.
Sonradan anlatırken ağlayacağım iki sahne daha var. Bir türlü çıkmıyor aklımdan. Bir tanesi Balbay’ın ellerini açmış annesini ve ailesini yatıştırma çabası.
“Üzülecek bir şey yok”, diyordu. “Anacığım”, diyordu. “Belki de hakkımızda böylesi hayırlı. Belki de dışarıda olsak, bir trafik kazası geçireceğiz. Beterin beteri var.”
Ne o, ne de annesi tatmin olmuş gibi görünmüyorlardı. Ben adeta kilitlenmiştim, söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum. Yalnız değilsiniz, bu gece yandaki arsada ben de nöbetçiyim, dedim. Tuncay; “Abi” dedi, “Nöbet esnasında diğer arkadaşlarla birlikte sizden bir türkü okumanızı istiyorum. Hücremde penceremi açıp dinleyeceğim.”
Türkünün adı “Jandarma Jandarma...”
Mahkemeyi terk ettiğimizde inanılmaz bir ayaz vardı. Önce bir çadırda toplandık, durum değerlendirmesi yaptık. Hepimiz dik durmaktan filan söz ediyorduk iki büklüm. Hepimiz Eskimolar gibi giyinmiştik. Paltolar, atkılar, yün bereler, eldivenler, tanınmaz bir haldeydik. Konuşanın ağzından buhar çıkıyordu. Ve dahası, insanlar yanmayan sobayı kucaklayıp kucaklayıp bırakıyorlardı.
Az sayıda da olsa, oradaki o insanları görmek, tanımak, varlıklarını bilmek, beni çok mutlu etti. Kaybettiğim ailemi bulmuş gibiydim. Hepimiz kendimizi nöbet yerlerine attık. Ben içime yün donlar, üst üste kazaklar, paltolar giymiştim. Ama yine de soğuk inanılmazdı. Sonradan iki de battaniye getirdiler sırtıma, buna rağmen dişlerimin birbirine vurmasını engelleyemiyordum. Nöbetçilerden biri tutukluların kaldıkları barakalardan birini işaret edip; “İşte bu beyaz barakalarda yatıyorlar” dedi.
İnanın ki, orası da burası kadar soğuk.
Tuncay’ın istediği türküyü donmuş ağızlarımızla söyleyemedik. Ama gönlümüz, nöbet boyunca, yani sabaha kadar, onlar için tahliye türküleri okudu usulca.
Levent Kırca/AYDINLIK
Yorum Gönder