Önceki gündü… Güneşli, aydınlık bir gün olacağa benziyordu… Ama… (Kısa kes Zeynep, sadede gel.)
Sabah: Adalet Sarayı
Polisten geçilmiyor. Yapı sarılmış. İçeri girebilmek için uzayan kuyruklar. Sanırsınız birazdan eli kırbaçlı güçler, kırbaçları şaklatarak milleti dağıtacak… (Karaçi ve Cidde’de mahkemelerde görmüştüm.) Her nasılsa kendimi içeri atabiliyorum… İkinci katta kitap yazanların, gazetecilerin yargılanacağı salonun önü. Ana baba günü. Yabancı gözlemcilere, yabancı basın kuruluşlarına öncelik tanıyoruz. Onlar geçiyor. Sonra, sonra… Kötü şeyler oluyor… Dört sıra polis barikatı, her polis kimlik görmek istiyor. İtişip kakışmalar… “Gazetecilerle böyle konuşamazsınız” sesleri boşuna yükseliyor… Kimileri polisin kulağına bir şey fısıldayıp geçiyor… O an oradaki polislerin insafındasınız… Genç muhabirler daha atak, karşı saldırıya geçiyorlar. Haklılar. İşlerini yapacaklar. Derken bir başka polis elinde bir listeyle çıkageliyor. Şu gazeteden beş kişi girebilir, şundan iki… Elindeki listeye bakıyorum. Cumhuriyet’in adı yok listede… Tanrım, ben niye polisin kulağına fısıldanacak sözcükleri 40 yıldır bir türlü öğrenemedim!.. Polislerle arbede yaşanıyor. Çünkü birinin “Tamam sen geç” dediğine, ve o iki adım, üç adım atmışken bir başkası “Hayır sen geçemezsin” diyor… Kime göre, neye göre… Gazeteciler Cemiyeti ve sendikanın yöneticileri bile duruşma salonuna giremiyor. Çünkü duruşma küçük salonda!
Buranın adına utanmadan Adalet Sarayı demişler. Nah Saray! Bu faşist yöntemlerle adaletin çöplüğü bile olamaz!
Aklımda sadece şu vardı: 12 Eylül’ün faşist yönetimi sırasında çok duruşma izledim. İnanın, gazeteciler işlerini yapmak için bunca eziyet çekmezdi!
Gün boyu, “Nasılsın?” diyene, gözyaşlarıyla karışık “Yok ol!” diye yanıt verdim. (Sinirlerin iflası deniyor buna! Bardağı taşırmaya, bir damla yetiyor!)
Zeynep Oral/Cumhuriyet
Yorum Gönder