Liberal devlet anlayışı.. Sosyalist devlet anlayışı..
Ve daha pek çoğu. Tanımlar önemli. Çünkü devletin, o ülkenin yurttaşıyla
arasındaki ilişkiyi anlatır. Genellikle de siyasal iktidar adına yurttaşın
hırpalanması, soyulması, hizaya getirilmesi anlamına gelir.
Hatta kimileri devletin tanımı ve işlevini “siyasal iktidarın ağır
abisi” diye özetler. Siyasal iktidarın topu mu patladı, hemen ağır abi olarak
vaziyete el koyar. Topu patlatanı yere seriverir.
Başbakan Erdoğan, 1 Mayıs olaylarında gözaltına alınanlar tutuklanmadı
diye feveran etmiş. Devlet meselesi oradan aklıma geldi.
Demiş ki Başbakan: “Yargı sapanla taş atanları bırakıyor. Sen o
taşları, demir bilyeleri kullananları bu kadar rahat bırakırsan, bu ülkede
terörle mücadele zorlaşır.”
Bu cümleyi neresinden
tutmalı, bilmiyorum. Bir) Demokratik bir ülkede bir başbakan yargıya böyle
seslenemez. İki) Meclis’ten daha yeni çıkan 4. Yargı Paketi, aslında yargının
tam da “böyle yapmasını” öngörüyor. “Her eylemi terör diye sınıflandırma ve her
eylemciyi terör örgütü üyesi diye içeri atma” diyor. Üç) Yıllarca silahlı
mücadele yürütmüş, yani mücadele için yöntem olarak terörü seçmiş PKK muhatap
alınıyorsa ve elini kolunu sallayarak sınırı geçmesine göz yumuluyorsa; bu ifade
ancak “mizah konusu” olur.
ERDOĞAN
ARTIK “DEVLETİN TA KENDİSİ”
Erdoğan,
iktidarının ikinci dönemine başlarken, şu meşhur balkon konuşmasıyla milyonları
fethetmişti. O konuşmasında (pek çok demokratik vaadin yanı sıra) devleti
“milletin hizmetkârı” diye tanımlamıştı. Erdoğan’ın son dönemi gösterdi ki,
artık millet devlet için var. O devlet de zaten (kendisi de ağır abi olarak
bilinen) Erdoğan’ın ta kendisi!
Adına devlet denilen
karmaşık ve hassas aygıtı rahatlıkla kurcalıyor, en önemli parçası olan yargıyı
kendi çıkarlarına göre baştan sona değiştirmeye kalkabiliyor.
“Çözüm süreci” dediği yakın tarihin en kritik mutabakatına dair
herhangi bir ayrıntı vermeye tenezzül etmiyor. AKP’li vekiller hiç sıkılmadan
“vallahi biz bile bilmiyoruz” diyor. Başbakan kalk derse kalkıyor, otur derse
oturuyorlar.
Erdoğan, camiden havaalanına her projeye
bizzat karar veriyor. Tüm eleştirilere rağmen, uzmanları ve ülkenin ortak aklını
hiçe sayıp nükleer santral anlaşmalarına imza atıyor. Geleceğimize ipotek
koyuyor.
“TALİMAT VERİN
VALİNİZE...”
Elbette bir insan böyle büyük
bir güce sahip olur, “devletin kendisi” haline gelirse başı döner. O gücü,
rahatlıkla at koşturabildiği Türkiye ile sınırlı tutmaz. Gazze’ye de “ağır
abilik” yapmaya soyunur. Nükleer santral anlaşması yaptığı Japonya Başbakanı’na,
“biz size santral ihalesi verdik, siz de bize olimpiyatları verin”
diyebiliyor:
"Tokyo da olimpiyatlar konusunda bize
rakip olarak görünüyor ama ben Sayın Başbakan'a 'çekilin' dedim. 'Bu olimpiyatı
da biz yapalım' dedim. Herhalde Tokyo Valisi'ne bu talimatı verecektir.”
Japon Başbakan, kibarca “hayır” demiş. Japon heyetinden
bir yetkili de, “Uluslararası Olimpiyat Komitesi” böyle bir pazarlığı şaka bile
olsa hoş görmeyeceğini söylemiş.
Şaka mı! Doğrusu
Erdoğan’ın şaka yaptığını sanmıyorum. Ona göre, bir vali başbakanın talimatını
yerine getirmekle yükümlüdür. Japonya’da veya gelişmiş ülkelerin herhangi
birinde akla bile getirilemeyecek bir ilişki, bu topraklar için normaldir
çünkü.
Hatırlayın, Aydın Valisi Hüseyin Avni Coş,
"Ben hükümetin Valisiyim. Hükümetin valisi olmak utanılacak, sıkılacak bir şey
değil” demişti.
Doğrudur, artık neredeyse tüm valiler
hükümetin valisi. Bunu söylemekten veya gereğini yerine getirmekten de utanıp
sıkılmıyorlar. Tıpkı, başkanlık sistemine dair öneriyi de, PKK ile mutabakatın
perde arkası veya ayrıntısını da bilmeyen AKP’li vekiller gibi! Ya da bu
manzaranın adını “DEMOKRASİ” koyan siyasetçiler, bürokratlar, liberaller, medya
mensupları gibi!
12 EYLÜL’ÜN VALİSİ
KİMİ HİZMET ETTİ?
İki yazıyı bir arada
okuyunca daha net anlaşılacak: Eğer demokrasi kuralları ve kurumları ile
yerleşmemişse, daha önemlisi toplumda “vazgeçilmez” hale gelmemişse, güç
kimdeyse devlet onun hizmetine girer. Bugün o güç Erdoğan’da. Geçmişte, örneğin
Kenan Evren’deydi. Öykü de, zaten Evren dönemine ve o dönemin bir valisine
ait.
Öyküyü, Metin Üstündağ’ın imzasını taşıyan OT
Dergisi’nin son sayısında okudum. Ayça Örer, 40’lı yaşlarını süren Tuncelili
Yeter’in yaşadıklarını anlatmış bize.
12 Eylül
sonrası, Yeter 11-12 yaşındayken Tunceli’ye bir vali gelmiş. Emekli general
Kenan Güven. Vali, Tunceli köy köy dolaşıp 3 bin kadar küçük yaşta kızı
toplamış. “Kızlarınızı okutacağız” diye ailelerinden alıp İstanbul’a
götürmüş.
Götürüldüğü İstanbul’u Yeter şöyle
anlatmış:
“Hapishane gibi bir yere geldik. Etraf
betondu, sadece bahçeye çıkıyorduk, orada da sadece gökyüzünü görebiliyorduk.
Burasının Kuran kursu olduğu, iki yıl sonunda İmam Hatip Lisesi’ne
gidebileceğimiz söylendi. Ben okul diye heyecanla beklerken, büyük bir hayal
kırıklığı yaşadım.”
Bu, karşılaştığı ilk travma olmuş
Yeter’in. Asıl travmayı memleketine döndüğünde yaşamış. Çünkü Kuran kursunda
ona, “ailesinin, çevresinin yaptığı her şeyin yanlış ve günah olduğu”
anlatılmış. Dahası, zihnine bunların korkusu kazınmış. Evine döndüğünde
ailesinin inancını sorgulamaya, sabunla el yıkamaktan margarin yemeye kadar
günah listesini dayatmaya başlamış.
Öykü bu kadar
değil. Tümünü okumak isterseniz OT Dergisi’ni alın. Yeter’e kulak verin. Bir de,
Ayça Örer’in kaleminden 12 Eylül sonrası Tunceli bilançosunu:
3 bine yakın çocuk İmam Hatiplere gönderildi.
Kente 82 cami yapıldı.
Mezar taşları “şirk”
olduğu gerekçesiyle yıkıldı.
Devlet adına bunları
yapan Vali Kenan Güven, Kırklareli Valiliği’ne, yani Batı’ya terfi etti! 1994
yılında da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından
ödüllendirilerek Belko Genel Müdürlüğü’ne getirildi.
Yorum Gönder