Time dergisi “protestocu”yu kapak yaptı. Time belki de uzun zamandır ilk kez doğru bir seçim yapmış. Dergi kapağındaki resme bakınca yüzü kapalı, kimliği belli olmayan bir figür görüyoruz. Bence bu da doğru. Yılın insanı, belli bir “yüzü” olan birey değil de ondan.
Yıl boyunca, Tunus, Mısır, Cezayir, Bahreyn, ABD, İspanya, İngiltere, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İsrail, Meksika, Suriye, Hindistan, Şili ve Rusya’da sokakları, meydanları dolduran protesto eylemlerinin anlamını, katılanların toplumsal özelliklerini, teknolojinin rolünü tartıştık. Tartışmaya da devam edeceğiz. Büyük bir olasılıkla, 2012’de benzer eylemlerin Çin’de ve diğer Asya ülkelerinde de patlak verdiğine tanık olacağız.
Belki de bunların hepsine birden geride bıraktığımız 20, hatta otuz yılın “olayı” demek gerekiyor. Yaşananlar, gözlemlenenler, felsefi anlamda “olay” tanımına uygun: Hiç beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yerde, biçimde patlak verdi. Hiç beklenmedik, hatta anlaşılamaz biçimde hızla yayıldı, evrensellik kazandı. Toplumsal olaylar, devrimler konusunda yerleşik bilgilerimizi altüst etti. Daha sonra üzerinde düşünmeye başladığımızda, çoğumuz, bu “olay”ın aslında olmayı beklediğini, koşullarının çoktan hazır olduğunu gördük. Ama “olay” gerçekleştikten, bizi bu koşulları görecek biçimde değiştirdikten sonra...
Peki, ne oldu?
“Olay” verili bilgi sistemimizde bir delik açtı. Şimdi deliği doldurmaya, bilgi sistemimizi yeniden düzenlemeye çalışıyoruz: Olanların anlamı ne? Kimler yaptı? Bizi nasıl etkiliyor, bir sorumluluk yüklüyor mu?
Bu açılan delik, artık gerçek anlamda bir ideolojik mücadele sahnesidir. Bu mücadeleyi kazananlar, bu “olayın” anlamını belirleyecekler, tabii etkilerini de...
Bu ideolojik mücadele alanında, birbirinden farklı üç yaklaşım dikkat çekiyor. Birincisi, “olay”a açıkça karşı çıkamıyor, saptırmaya başlıyor. İkincisi, aslında olmadı, ortada “olay” filan yok diyor. Üçüncüsü, “olayı” kabul ediyor, ona katılmaya, “hakikatini” evrenselleştirmeye, etkilerini yaymaya çalışıyor.
Birinci yaklaşımın en tipik örneğine Foreign Policy dergisinde Hernando de Soto’nun yorumunda rastlıyoruz: Tunus’ta kendini yakarak olayı başlatan Bouazizi, “hayatını kazanmak ve sermaye biriktirmek istiyordu”.. “yeteneği alıp satmaktı”.. “pazarda kalıcı bir tezgâh istiyordu, verselerdi (piyasa serbest olsaydı E.Y.) yaşamı değişecekti”.. “yoksulların da alıp satma hakkı vardı”. Kısacası bu “olay”ın “hakikati”, alıp satma özgürlüğü mücadelesidir. Gözden gizlenen ise şudur: Alış satış işlerinin devam edebilmesi, sermayenin birikebilmesi için, Bouazizi gibi “büyük insanlığın” sürekli başarısızlığa uğraması, yoksul ve işgücünü piyasada satmak zorunda kalması gerekir.
Time’ın yaklaşımı da aynı kapıya çıkıyordu. Time, bize kimliği, amacı belirsiz, ama genelde bir eğitimli “orta sınıf” bireyine indirgenmiş, “cool” bir protestocu sunuyor. Ortada ne polis, ne biber gazı, ne tutuklanmalar, ölüler var. Her “cool” orta sınıf bireyi gibi. Bu da “demokrasi”, daha adaletli, sürdürülebilir bir kapitalizm istiyor. Time’a göre “Protestocu” var olan kapitalizme, bir yenisi adına karşı çıkıyor.
İnsanın aklına,1980’lerde, neo-liberalizmin kapitalizme karşı tepkiyi, postmodernizmin sol liberallerin söyleminden yararlanarak Fordizme karşı bir tepkiyle sınırlayarak, refah devletine karşı mücadelede kullandığı günler geliyor.
“Olay”ın gerçekliğini yadsıyan yaklaşıma en iyi örneği, “kendiliğinden hareket”, “devrim” gibi kavramlardan yoksun, buna karşılık kapitalizmin “gücü” karşısında gözleri kamaşmış jeopolitik analistleri oluşturuyor: Bunlara göre ortada “olay” yok, emperyalizm bölgeyi düzenleme planlarını uygulamaya koyuyor, o kadar! Bize de umuda kapılmadan, “gerçekçi” olmak, durumu kabul etmek düşüyor.
Üçüncü yaklaşım, kitle eylemlerini, meydanlarda şekillenen örgütlenmeleri, devlet şiddetine karşı direnişi, gezegeni bir felakete sürüklemeye başlayan kapitalizme karşı seçenek arayan yeni bir dalganın ilk örnekleri olarak görüyor. Bu yaklaşım bu ilk örneklerin mutlaka başarılı olacağını, başlattıkları devrimleri tamamlayabileceklerini düşünmüyor. Bu “dalgaya” bakınca, hâlâ boş olan “özne” yerinde, işçi sınıfının yeni şekillenmekte olan, bu anlamda sınıfın geri kalanıyla örgütsel, daha önemlisi kültürel bağları zayıf kesimlerinin izlerini görüyor.
Bu “olay” halk kitleleri açısından yeniden tarihi başlatıyor. Kendi kaderini eline almak isteyen “kitle”, 19’uncu, 20’nci yüzyılın, yüzü yağlı, işçi tulumlu tipik örneklerinden (bunlar hâlâ varlığını korumaya devam ederken) farklı özellikler sergileyen yeni biçimleriyle birlikte, 2011’de tarihe geri dönüyor! Hem de tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan, hatta gezegenin geleceğine sahip çıkan taleplerle... “Başka bir dünya mümkündür” diyerek...
Ergin Yıldızoğlu/Cumhuriyet
Yorum Gönder