Siz kalpten kalbe giden küçük nidaların, ölümün kapısını bir düşman gibi zorlayabileceğini hiç duydunuz mu?.. Duymadıysanız buyurun okuyun... Okuyun da platonik sevdaların bile töre cinayetine yol açtığı bir coğrafyada tertemiz duyguların, kafası belden aşağıya odaklanmış zavallılarca nasıl kana bulaştırıldığına tanık olun!..
O küçük kız... Örülmüş saçlarından töreye bağlanmış o küçük kız var ya; mavi lastik çizmesiyle karlara bata çıka giderken okula, o gün çarpuk çurpuk o tahta sıraya son kez oturacağını bilebilir miydi acaba?..
Kömür sobasının güçlükle ısıttığı derme çatma sınıfa girdiğinde, o mazlum ve o mahcup gülümseyişi mutluluğunun son tebessümü mü olacaktı?..
Ne tuhaf ve garipti ki; çocukluğun o lekesiz yansıması, gamzeli yanaklarında pırlanta bir hızma gibi parlasa da bilinçaltına pompalanmış nedeni belirsiz ve gizemli bir korku vardı al yanaklarında!.. Ve o korku, karların çatlamış okul camlarını buhrana teslim ettiği anlarda esir almıştı tüm benliğini!..
Sobanın içinde çatırdayan ateşin sesi, beyaz tebeşirin kara tahtadaki hışırtısı ve muzip çocukların öğretmen korkusuna direnen tepinmeleri birbirine karıştığında; o, içindeki insan sevgisinin altında yatan kıpırdanışları düşünüyordu!..
Yırtık çoraplarını örten naylon çizmesi, önlüğünün altından ipleri sarkmış pembe kazağı ve küçük yüreğinde lastik bir top gibi zıplayan masum duyguları vardı onun...
Dün gece bir sevda filmi mi izledi televizyondan ne?.. Yoksa “Aşk-ı Memnu”dan bir sahne mi kazınmıştı kirlenmemiş beynine?..
İhtimaldir ki, sevdanın henüz rotasını çizemediği yüreğinde; içtenlik ve hayranlık, arkadaşlık ve dostluk, hatta sevgi ve özlemi barındıran nadir, ancak çaresiz duygular taşıyordu... Silgisi kopmuş kör uçlu kalemiyle, kara kaderinin belki de fermanını yazdığının farkında bile değildi!..
Kalpten kalbe giden yol!..
Öğretmen konuşuyordu ama o biraz boş, biraz şaşkın, biraz da heyecanla izliyordu çevresini... Önceki akşam isli bir ampulün aydınlığında yaptığı ödevlerini en sevdiği arkadaşına gösterdi... Sonra da çizgili defterinin bir köşesine yazdığı iki kelimelik yazıyı da aynı çocuğa uzattı...
İki çift kara göz, çocuk curcunasının yarattığı atmosferde iki minik kelebek gibi kanat çırpıp duvarlara yapıştırılmış sulu boya resimlerin üzerine kondular sanki!.. Hani şu önünden küçük derelerin aktığı, bacasından duman tüten karlı köy manzaraları var ya... İşte çocuk hayallerinin küçük kağıtlara nakşedildiği o resimler tanıktı, ufacık yüreklerin o tertemiz alışverişine!..
Öğretmen işte o anda gördü masumiyet sevdasının o kanlı kopyasını!.. Hışımla yanlarına gitti ve küçük çocuğun avuçlarına sıkıştırdığı kağıdı alıp okudu... İşte o kağıttan algılanan kirli öfkeler, kimbilir hangi zalim parmağın tetiklediği bir Kalaşnikof mermisini ölümün son damgasına dönüştürüverdi!..
İnsanın bırakın yazmayı ya da okumayı, sorgulamaya bile utandığı bir olay yaşandı, Ağrı’nın Doğubeyazıt İlçesi’ne bağlı Sonkaya Köyü’nde...
Köyün eski ismi Zorava’ydı... Yıkık dökük taş duvarların çevrelediği garip evleri, yokluğun ve yoksulluğun egemen olduğu küçük dünyalı insanları vardı o köyün... Kar yağdı mı çevreye açık olan tek güzergâh yalnızca kalpten kalbe giden yol olurdu orada!..
Sonkaya İlköğretim Okulu’nun 12 yaşındaki öğrencilerinden Meryem Sökmen, iddiaya göre ders ortasında bir not yazarak arkadaşına vermişti. Üzerinde “Seni seviyorum” yazılan nota öğretmen hemen el koymuştu!.. Not daha sonra öğretmen tarafından okul müdürüne ulaştırılmıştı. Yine iddiaya göre müdür de Meryem’in köy korucusu olan babasını okula çağırarak bu gizemli yazışma konusunda bilgilendirmişti!..
Öğle saatlerinde yaşanan olayın ardından, insanın insana sunabildiği en masum duygularla suçlanan Meryem evine gönderildi!.. 1 saat sonra ise küçük yaşamların sığdırıldığı o köhne evin pejmürde duvarlarında, pervasız bir kurşunun metalik sesi yankılandı!..
Bir çocuğun, tezek ateşinin ısıttığı o virane evin her santimetrekaresine gizlenmiş anıları kan boşalan gırtlakta acı bir haykırışa dönüştü ve kerpiç duvarların saman katılmış hücrelerine çarptı...
Çıkış arıyordu yaşam ama ölüm ne çare ki baskın gelmişti... O çelimsiz beden, kafesten çıkmak için kendini paralayan yaralı bir kuş gibi amansızca çırpınmış, sonunda takatsiz kalmış ve narin kollarını toprak zemine bırakıvermişti!..
Mezarda yalnız değil!..
Çenesinin altından giren bir kurşun o bahtsız gözleri duvardaki siyah-beyaz resimlere kilitlemişti!.. Kan, önce bembeyaz okul yakasına, sonra da masmavi önlüğünün ciğerlerine işledi...
Tabii ki o klasik, o utanmaz ve o ikiyüzlü saptama Meryem’in yakasına da yapıştırıldı... “İntiharrrrrr!..”
İddiaya göre, küçük kız babasına ait korucu silahını çenesinin altına dayamış ve tetiğe basmıştı!..
Siz bu ölümün gerçek nedenini öğrenmek için son 2 yılda korucu silahlarının kaç masum kızın yaşamına mal olduğuna dair bir araştırmaya girerseniz çok ama çok üzülürsünüz!.. Ve ne ilginçtir ki devletin “terörizm” uğruna feodal kafalara teslim ettiği bu silahların hep “TÖRERİZM” adına kullanıldığını görür, “Katil kim?” sorusu için delicesine yanıtlar ararsınız!..
Meryem, arkadaşlığın güven veren coşkusuyla mı, çocukluğunun saf duygularıyla mı, yoksa ergenliğin küçük ve tertemiz çırpınışlarıyla mı yazdı “Seni seviyorum” cümlesini...
Önemli mi ki?.. “Seni seviyorum” diye yazmıştı ya işte!.. Ne beklersiniz ki böyle saf, böyle içten bir mesajdan?..
İnsan sevgisini en masum biçimde dışa vuran bir çocuk; yalancı sevdalarını büyük yürekler üzerine tenekeden kolyeler gibi asan zavallılar kadar çirkef olamazdı ki!..
Meryem’in kaderi, öğretmen-müdür-korucu üçgeninde çizildi ve törenin puslu ortamında beklenen o utanç verici son gerçekleşti!..
Ancak bedeni küçük, yüreği kocaman o kız zalimlerin kazdığı mezarında yalnız olmayacak!..
Meryem’i ölüme sürükleyenler, onu, 14 ay önce gizemli biçimde “kendini asarak” intihar ettiği ileri sürülen ablası Necla Sökmen’in yanı başına gömdüler!.. (15 Ocak 2010)
Mehmet Faraç/AYDINLIK
Yorum Gönder