Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargâh, Oda TV, şike, reyting derken Türkiye dev bir duruşma salonuna döndü. Acı olan şu ki herkes bu davaların büyük ölçüde siyasi nitelikte olduğunu biliyor ama süreci gerçek hukuk zeminine oturtmak mümkün olmuyor.
Davalar o kadar siyasi ki, KCK ana davası duruşmasında söz alan sanık avukatları, Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç ile Beşir Atalay’ın son açıklamalarına değinerek duruşmada Kürtçe savunmaya izin verilmesi gerektiğini savundu. Cihan Haber Ajansı’nın haberine göre Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar da Beşir Atalay’ın açıklamalarıyla yargıya yürütmenin gölgesinin düştüğünü belirterek, mahkemenin bunun etkisinde kaldığını ve bir şey yapması gerektiğini söyledi. Tabii Mahkeme Başkanı Menderes Yılmaz, “Bu konuyu bilmiyorum. Bizim bununla ilgimiz yok ve kimsenin etkisinde kalmıyoruz” dedi ve talepler reddedildi.
Bülent Arınç, bütçe konuşmasında “Kürtlerin ve bütün etnik kökenlilerin haklarını vereceğiz” demişti. Sanık avukatları da bu resmi tutumu değerlendirerek “Kürtçe savunma yapabilmeliyiz” diye çıkışta bulunuyor. Arınç gibi avukatlar da ana dili öğrenme hakkı ile resmi dili birbirine karıştırıyor.
***
Oda TV duruşmasında ise sanık Yalçın Küçük, “Mesleğiniz ne?” sorusuna “En son mesleğim dava mankenliğiydi. Önemli davalara beni alırlar” diye cevap verdi.
Müyesser Uğur da “Mesleğiniz nedir?” sorusuna, “30 yıllık gazeteciyim ama iddianamede terörist yazıyor” diye cevap verdi. Hakim, “Estağfurullah” dedi
Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci, sanıklara ve izleyicilere hitaben “Görevimiz olgularla yakıştırmaları ayırıp bir karar vermektir. Mahkemelerin görevi budur” diye konuştu.
İşte mesele budur. Basın camiasında tanıyan herkesin kefil olabileceği 30 yıllık bir gazeteciye, telefon konuşmalarını yayınladığı için savcıya dava açtı diye terörist yakıştırmasında bulunulabilmesi, bir başka gazetecinin şu anda en çok satan kitaplar listesinde birinci sırada bulunan bir kitaptan dolayı terör örgütü üyeliği ile yargılanması veya bir diğerinin Hırant Dink cinayetini aydınlatma çabası sırasında Emniyet teşkilatı mensupları ile görüşmelerinden dolayı aynı suçlamaya maruz kalması, virüsle gönderildiği ispat edilen deliller, diğer davalarda yapılmış darbelerin değil yapılmamış veya tasarlandığı iddia edilen darbelerin hesabının sorulması; Ümraniye’de, siyasi iktidarın, işkence altında tehditle çizdirilmiş bir şemayı esas alarak polise “delillendirin” talimatını vermiş olması, düğmeye 5 Kasım 2007 tarihinde Beyaz Saray’da basıldığının Cumhurbaşkanı’na en yakın gazeteci olan Fehmi Koru tarafından iddia edilmiş olması, davaların 25-26 Ocak 2007’de İstanbul’daki hakimevinde, Amerikalı danışman savcı Susanne Hayden’ın sekiz ilin özel yetkili Başsavcı vekili ve Adalet Bakanlığı’ndan üç yetkili ile çalıştay düzenlemesinden sonra başlamış olması, davalara siyaset gölgesi düşürüldüğünü, bunun da doğrudan “adil yargılamayı etkilemek” suçunu oluşturduğunu göstermiyor mu?
Bu bakımdan Mahkeme Başkanı Mehmet Ekinci’nin “görevimiz, olgularla yakıştırmaları ayırmak” sözünü bir hukukçu tavrı olarak çok önemli buluyorum.
***
Son olarak Coşkun Telciler’in mektubundan bir bölüm veriyorum:
“Gazetelerde ‘Erdoğan AB’nin başına geçse iyi olur’ diyen Ali Babacan’ın sözleri yer alıyordu.
- Erdoğan, AB’nin başına geçse, Avrupa’daki gazetecilerin yarısını, bilim adamlarını, askerleri Nibelungen örgütü üyesi diye hapse atar. (Nibelungen, Almanların milli destanıdır)
- Verilerle oynayarak Avrupa ekonomisinin Çin, Japonya ve ABD’yi geçtiğini ispatlar.
- Oxford, Cambridge başta, bütün üniversitelere molla (mele) rektörler atar. Uçak kazası ya da maden kazası olursa, ‘yüce İsa’nın takdiri’ der.
- Avrupa halkına bedava kömür, spagetti makarna dağıtır.
- Engizisyon mahkemelerini yeniden kurar, Avrupa’yı orta çağa döndürür.”
Arslan BULUT/YENİÇAĞ
Yorum Gönder