İnsanların hayatlarında da, toplumların/ülkelerin tarihlerinde de öyle dönemler
vardır ki, zamanın olağan bir seyir içinde aktığı dönemlerde bir yılda, on
yılda, yüz yılda yaşanabilecek olaylar sanki bir güne sığar. Tarihin kırılma
noktalarıdır o günler. Öyle her zaman insan hayatına denk gelmez, deyim uygunsa
“bin yılda bir” yaşanır. Altüst oluş ve tarihsel dönüşüm dönemleridir o
günler.
Gün, burada semboldür. Büyük olaylar ve
dönüşümler bazen gerçekten bir güne, bazen de birkaç aya ya da yıla sığar.
Toplumsal, kültürel veya siyasal bir olay olması da gerekmez, özel
hayatlarımızdaki derinliğine yaşadığımız bir gün bile bizde bu duyguyu
yaşatabilir. Çok katlı bir yoğunlaşma halidir bu ve biz zamanın bitmesini
istemeyiz.
Böylesi dönemlerde zamanın ritmi hızlı,
tarihin temposu yüksektir. Takvim farklı akar. Dönemin içindeki insanlar bunu
önceleri fark etmezler. Ancak ardından öykü, şiir, roman, deneme vb. ile bütün
bir edebiyat; kitaplar, makaleler, incelemeler, anılar, müzik ve sinema sökün
ettiğinde anlarız bunu.
Oysa her şey birkaç günde
veya birkaç ayda ya da birkaç yılda olup bitmiştir. Öyledir ama o günlere dair
hikâyeler, anılar hiç tükenmez. Zengin, hem de çok zengin bir kaynaktır.
O büyük günlerde insanlar arasında bir-iki yaş büyük ya
da küçük olmak bile ciddi düzeyde fark yaratırdı.
Şevket Süreyya
Aydemir Suyu Arayan Adam kitabında, Nazım Hikmet ve kendisinin başından geçen
ilginç bir olayı anlatır. Birinci Dünya Savaşı bitmiş Şevket Süreyya Aydemir,
Nazım Hikmet ve Vala Nurettin Moskova’daki Doğu Halkları Üniversitesi’nde
öğrencidir.
Sovyet Devrimi’nden sonra Rusya, Osmanlı
Devleti ile savaşını bitirir. Bitirmekle de kalmaz, işgal ettiği topraklardan
çekilir ve Doğu Cephesi’nde Türkiye’ye yardım etmeye başlar. (Kurtuluş Savaşı
Doğu Cephesi’nin sağlama alınması sayesinde kazanılır.)
Osmanlı yenilip teslim olduktan sonra İttihat ve Terakki Hareketi
liderlerinin büyük bölümü Sovyetler Birliği’ne geçer. Bu ülkede dostça
karşılanırlar. Bunlardan biri de İttihat ve Terakki Fırkası’nın Merkez Yönetim
Kurulu (Merkez-i Umumi) üyelerinden ve hareketin teorisyenlerinden Doktor
Nazım’dır.
Şevket Süreyya ve Nazım Hikmet, Doktor
Nazım’ı zaman zaman ziyaret eder ve uzun sohbetler yaparlar. Daha sonra onunla
bir röportaj yapmaya karar verirler. Çünkü donanımlı bir lider, imparatorluk
yönetmiş kadronun önde gelen bir üyesi ve dünyada olup bitenleri iyi analiz eden
bir gözlemci ve dava adamıdır. Şevket Süreyya ve Nazım Hikmet’in amacı tarihe
bir belge bırakmaktır.
Ancak röportaj sırasında Nazım
Hikmet sürekli olarak Doktor Nazım ile onun anlattıkları üzerinden tartışmaya
girer ve iş uzadıkça uzar. Günler süren bu röportaj denemesi başarısızlığa uğrar
ve tamamlanamaz. Çünkü Doktor Nazım, bir aşamada “Bırakın benimle ilgilenmeyi de
dışarıda, Moskova sokaklarında neler olduğunu anlamaya çalışın. Çünkü böyle
şeyler tarihte bin yılda bir olur” der ve röportajı keser.
Doktor Nazım’ın yaptığı tespit çarpıcıdır. Durumu derinden kavrayan
bir bakıştır. Çünkü farklı bir zemin ve programa sahip olsa da o da bir
devrimcidir. Şevket Süreyya, “Heyecanlı şair yüzünden bu önemli çalışmayı
bitiremedik” diye hayıflanır. Gerçekten yazık olmuştur.
John Reed’in eşsiz “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabı da Doktor Nazım’ın
sözünü ettiği “bin yılda bir yaşanacak” o günleri, zamanın ritminin hızlandığı
dönemi, Sovyet Devrimi’nin sıcak günlerini anlatır.
Türkiye’de
1970’li yıllar da böyle özel bir dönemdi. Bu dönemi 1965-80 şeklinde biraz daha
geniş alabiliriz. Başkaldırı, devrim ve entelektüel atılım yıllarıdır. Sanki her
gün bir yıl gibi yaşanır. Zamanın ruhu da temposu da farklıdır.
Cengiz Aytmatov’un o güzel kitabının büyülü ismi gibi, günler uzamış
yüzyıl olmuştur...
Günümüz Türkiye’sinde ise tarihin saati sanki
tersine işliyor. Daha doğru bir betimlemeyle ağır şekilde de olsa ilerleyen bir
trenin içinde akıl tutulmasına uğramış bir toplum geriye doğru koşuyor.
Ortada tarihin işleyişine, toplumsal ilerleme yasasına, insan
doğasına, çağın ruhuna aykırı bir durum var. Dolayısıyla gericiliğin uzun vadede
kazanması mümkün değil. Bu nedenle içinden geçtiğimiz günlerin, insanlığın büyük
yürüyüşü içinde bir parantez olarak kalması kaçınılmaz.
Ancak, böyle de olsa toplumların ve ülkelerin tarihinde kısa ve orta
vade diye nitelediğimiz zaman dilimleri, insan yaşamı ölçü alındığında hiç de
kısa değildir. Büyük acılar çekmek için yeterlidir.
Bu ülkenin
yeniden büyük günlere, atılıma, zamanın ritmini tarihin akışına uygun biçimde
düzeltmeye ve hızlandırmaya ihtiyacı var.
Tarihin bu
çağrısına uymayanlar cezasına razı olurlar. Biz böyle bir cezayı 1980
dönemecinde çektik, bir kez daha izin vermemeliyiz.
MANKURTLAŞMAK
Daha önce de yazdım, Aytmatov’un ‘Gün Uzar Yüzyıl Olur’ romanındaki
yan öykülerden biri çok sarsıcıdır. Mankurt... Kitaptaki bu öykü insanın adeta
kanını dondurur. Anlatılan öykü, yüzlerce yıl önce Orta Aysa bozkırlarında
yaşanan gerçek olaylardır.
Savaşçı bir kavimin esir
aldığı insanlara uyguladığı özel bir işkence sonucu bilinci, belleği, düşünme
yeteneği yok edilen, buna karşılık bir insanın bütün fiziki yeteneklerine de
sahip olan, daha da önemlisi efendisinin emirlerine kayıtsız şartsız uyan
insanlar yaratmanın öyküsüdür. Bunlar annelerini, babalarını, kardeşlerini ve
kavimlerini bile tanımazlar. Bilinci ve ruhu ele geçirilmiş birer köle olarak
efendilerine itaat eder, çalışır, gerekirse savaşır ve ölürler.
Aytmatov Orta Asya halklarının böyle kişilere “Mankurt” dediğini
belirtiyor. Yazar yaşanan duruma da “mankurtlaşmak” diyor. Mankurtlaşan
kişilerin en önemli özelliği şudur; onlar itiraz etmeyi, başkaldırmayı ve pasif
de olsa itaatsizliği hiç düşünmezler. Doğalarından bu yetenekleri alınmıştır.
Onlar sadece verilen emirlere sorgusuz sualsiz ve birebir uyarlar.
Aytmatov’un romanında olağanüstü bir çarpıcılıkta
anlattığı bu “mankurtlaşmak” durumu, sosyolojik bir kavram olacak kadar
önemlidir. Mankurt kavramı, aklı ve bilinci kuşatılarak teslim alınmış, tarihi
unutturulmuş, efendisinin çıkarları için kendi değerlerine, ailesine, sınıfına,
halkına ve ülkesine ihanet etmiş herkesi ifade eden bir kavram olarak
kullanılabilir.
Öyle ki, kitapta yer alan o yan
öyküde Yuan Yuan’ların mankurtlaştırdığı Nayman kavimine mensup genç, kendisini
arayan ve bulan annesini tanımaz. Onu reddeder. Ancak Nayman anne oğlunu yeniden
kazanmak için aylar süren bir çabayla ona yaklaşmaya çalışır. Ancak durumu fark
eden efendisi genci uyarır ve gelen kadının düşmanı olduğu söyler. Sonuçta, genç
Nayman, kendi annesini okla vurarak öldürür ve bunu yaptığı için hiç acı
duymaz.
İşte uzun bir süredir bu ülkenin halkı da
tıpkı Aytmatov’un eşsiz betimlemesindeki gibi, mankurtlaştırılmış gibidir.
Yorum Gönder