Bu yazının başlığını kadim dostum Ali Sirmen’in dünkü yazısından esinlenerek koydum. Giderek azgınlaşıp saldırganlaşan sömürgenlerimize bir süredir uygun bir sıfat arıyordum, “hödük” sözcüğü cuk oturdu. Yine de bir yanlış yapmayayım diye Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktım, karşılığında “kaba, görgüsüz, anlayışı kıt” yazıyor; “tamam” dedim, “bizimkilere tam uyuyor.”
* * *
Biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’nde Batı’da olduğu gibi toprak üzerinde özel mülkiyet yoktu. Savaşlarda ya da yönetimde başarı gösterenlere payitaht tarafından ödül olarak toprak verilir, fakat bu topraklar kişinin mülkiyetine geçmezdi. Kişiler bir tür zilliyet hakkına sahip olurlar, bunun karşılığında devlete vergi öderler ve savaş dönemlerinde asker toplarlardı. Zilliyet sahipleri ellerindeki toprakları satamazlar, çocuklarına miras bırakamazlardı. Devletin çöküş döneminde merkezi yönetim zayıfladıkça zilliyet sahipleri kendilerine emanet edilen topraklara el koydular. Anadolu’da toprak üzerinde özel mülkiyet ilişkileri bu yoldan gelişti. Dolayısıyla “merkezi feodal” bir imparatorluk olan Osmanlı’da Batı’da örneklerini gördüğümüz türde bir “feodal aristokrasi” sınıfı oluşmadı. Bu sınıf, dar bir toplumsal katman olarak başta İstanbul olmak üzere bazı kentlerle sınırlı kaldı.
Osmanlı’nın mülkiyet haklarına ilişkin bu özel durumu yerel feodal düzen içinde geleceğin burjuvazisini meydana getirecek kentsel/kentsoylu sermayenin de oluşumunu olanaksız kılıyordu. Bu bağlamda Anadolu toprakları çözülen aristokrasi ile gelişen burjuvazi arasında bir sınıf çatışmasına tanık olmadı. Bu nedenledir ki feodal ilişkiler zaman içinde büyük ölçüde çözülmekle birlikte günümüzde de varlığını sürdürüyor; kendisi için bir sınıf diyeceğimiz nitelikte bir burjuvazi ise hiç olamadı, -burjuva özelliklerine sahip çok dar bir kesimi tenzih ederek söylüyorum- ortaya bugün ülkenin de, toplumun da başına bela olan bir hödükler topluluğu çıktı.
* * *
Bir kesimi dedelerinin yağmaladıkları devlet topraklarından elde ettikleri rantı sanayiye yatırarak zenginleşen, bir kesimi de devlet eliyle zengin edilen bu topluluk, kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendisi için bir sınıf olma aşamasına geçemedi. Bunun içindir ki kendine özgü bir sınıf ahlakına, bir estetik anlayışa, bir tarih bilincine, ortak değerleri koruma duygusuna sahip olamadı.
Tam tersine kıyılarımızı, ormanlarımızı yağmaladı, göllerimizi kuruttu, derelerimize saldırdı, kentlerimizi beton mezarlıklarına dönüştürdü…
Aydınlara düşman kesildi.
Düşünenlere düşman kesildi.
Sanata düşman kesildi.
Gençlerimize düşman kesildi.
Bu topluluğun çıkarlarını TBMM’de temsil eden partiler de aynı soydan geldiklerinden demokrasi nedir, özgürlük nedir, insan hakları nedir, işçi hakları nedir, sendika nedir, bilmek-öğrenmek istemediler.
Bu ülkede hödük sermayenin çıkarları için darbeler yapıldı, milyonlar eziyet çekti, binlerce insan öldü. Bu sermaye adına insanlara bugün de eziyet ediliyor, bugün de acı çektiriliyor.
* * *
Hödük sermayenin bir belirgin özelliği de kendi kendini yönetme becerisinden yoksun olmasıdır. Bu nedenle hep bir üstün güce gereksinim duyar. Bu açıdan, ilk ortaya çıkışından bu yana beyninden ve midesinden emperyalizme bağlı olması bir rastlantı değildir.
İşbirlikçidir. Bağımlıdır. Boyun eğicidir.
Yarın bir gün “İlle de savaş!” diye çığlıklar atmaya başlarsa hiç şaşırmamak, şimdiden hazırlıklı olmak gerekir.
Deniz Kavukçuoğlu/Cumhuriyet
Yorum Gönder