Hafızamız çabuk unutuyor. Başbakan Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken kente sahip çıktığını o kadar ileri sözlerle ifade ediyordu ki, şaşırıp kalıyorduk.
Çünkü Erdoğan İstanbul’un tarihi, kültürel ve ekonomik değerini korumak, bu kenti dünyanın en ileri yeri yapabilmek için “pasaport” önerisini bile getirmişti.
Erdoğan’a göre İstanbul’a göçün önlenmesi gerekiyordu ve bu nedenle dışarıdan geleceklerin pasaport türünde özel bir belge taşımalarının bile gerektiğini söylemişti.
Ancak Erdoğan daha sonra Başbakan oldu, 85 milletvekili çıkaran bir il, artık korunmak değil oy deposu olarak kullanılmak durumundaydı bu yeni zihniyete göre.
Ve anlaşılan şimdi düğmeye basılıyor ve İstanbul’a yeni bir göç dalgası başlatacak olan “iki kent projesi” devreye sokuluyor.
Bu işin ilk kısmı.
Gelelim AKP’nin seçim vaatlerine. Bu vaatlerin neredeyse tamamı merkezi iktidarı değil belediyeleri ilgilendiren vaatler.
Yeni bir kent projesi, imar planları, kent tasarımı konuları belediyelerin işidir. İktidar partisinin bu vaatleri İstanbul dışında kimseyi ilgilendirmez, sadece bu kente olan akını tetikler.
Buradan kaynaklanan daha vahim durum ise, kent yağmacılığıdır ki, iktidarı ayakta tutan ve sanal zenginlik gösterilerine neden olan kaynak da buradan sağlanmaktadır.
15 milyonluk kenti 20 milyon yapacak iki yeni kent projesi, devlet üzerinden kişilerin büyük rant sağlamasına neden olacaktır ki, işte AKP’nin tüm Türkiye’yi de etkileyecek belediye projesinin temeli herhalde buraya dayanmaktadır.
Oysa acaba İstanbul’un ihtiyacı yeni kentler midir, yoksa çarpık kentleşmeye neşter atılması mıdır?
Boş arazileri imara, yani ranta açmak yerine, eskinin gecekondu semtleri olarak bilinen, şimdinin ise kötü, çirkin, sağlıksız mini kentleri haline gelen bölgelerin ıslahı mıdır?
Neden kent tasarımı çirkinlik abidesi haline gelen Bağcılar, Esenler, Ümraniye, Gültepe, Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa gibi yerlerin yeniden kazandırılması için yapılmaz da, şu anda sahiplerinin kim olduğunu bilmediğimiz boş arazilere nüfusu artıracak, doğal olarak pek çok kent sorununu da yanında taşıyacak projelere bel bağlanır.
Herkesin öncelikle bunu düşünmesi gerek...
Demokratlık mı, arkadaşlık mı?
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları hukuk dışıdır, iktidarın ve yandaşlarının yargıyı da baskı altına alarak gösterdikleri öfkenin bir sonucudur.
Bir gazeteci olarak elbete sonuna kadar buna karşı çıkacağız.
Ancak Soner Yalçın da, Oda TV çalışanları da, Balbay’lar, Özkan’lar da gazetecidir, haklarındaki davalar da kasıtlıdır.
Onun ötesinde, bilim adamları, sanatçılar, akademisyenler, üniversite rektörleri, sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri de aynı kefede; aynı haksızlığa ve hukuksuzluğa uğrayan
insanlardır.
Son günlerde kimi gazeteciler sadece iki gazetenin ismini anarak gösteriler yapıyorlar. Yapılan açıklamalar, okunan bildiriler sadece bu iki gazeteci ile sınırlı.
Görüldüğü kadarıyla bu gazetecilerin çoğu kendi çalıştıkları yerde önemli makam işgal eden, ünlü isimler.
Gösterileri izlediğinizde sanki çok demokrat, hukuka saygılı, insan haklarına özen gösteren ve bugünkü iktidarın uygulamalarından rahatsız olduklarını anlatan bir tavırları var.
Gazeteciler adına hareket ettiklerini söylüyorlar ama, bakıyorsunuz son derece dar, sadece arkadaşlık duygularını öne çıkaran bir eylem biçimi var ortada ve Türkiye’deki haksızlıkların, hukuksuzlukların yalnızca bu iki gazeteci ile sınırlı olmadığını söyleyenlerin hiçbirini aralarına almıyorlar, haber vermiyorlar, bir destek istemiyorlar.
İçimden bir ses “acaba nihayet gazeteciler üzerlerindeki ağır baskıyı azaltabilmek için harekete mi geçiyor?” diyor ama sonra bakıyorum da majestelerinin gazetecisi gibi davranıyorlar.
Bu arkadaşları bu akşamdan itibaren izlemek istiyorum. Örneğin “Yansak da dokunacağız” pankartının arkasına geçenler bu konuda ekranlarda ne söyleyecekler, köşelerinde neler yazacaklar? Dokunabilecekler mi? Yoksa sadece gösteri haberini vererek bir “farklılık yarattıklarını, bugüne kadar her şeye rağmen mücadele edenleri dışladıklarını” ilan ederek “kahraman” havasıyla kendilerini huzur içinde mi hissedecekler?
Yuh artık
Sanatçı Bedri Baykam bıçaklandı. Alçağın biri sinsice Baykam’ın yanına yaklaşmış ve bıçağı saplayıvermiş.
İleri demokrasinin özgür ortamında yaşadığını varsayan Bedri Baykam “sanatı savunmak” adına katıldığı bir toplantıdan, normal bir vatandaş gibi, hiçbir korkuya kapılmadan tek başına çıkmış. Başına gelen bu.
Ya ondan sonrası? Çığlık atıyor Bedri Baykam, “beni hastaneye götürün” diye bağırıyor. Yanına koşan bir kişi yok, durumu gören araç sahipleri hemen arabalarına bindikleri gibi kapıları da kitleyerek kaçıyorlar.
İşte Türkiye’nin getirildiği nokta. Herkes korkuyor, herkes endişeli.
O görüntüleri izlerken insanlığımdan utandım. Bizi bu hale getiren, artık her neyse, lanet ettim.
Yandaş öğrenci
Başbakan Erdoğan dün aynen şunu söyledi: “Gençlerin hissiyatını malzeme haline getirmek açık söylüyorum ahlaksızlıktır. Taksim’de bin kişiyi yürütmek problem değil. Biz de kalkarız onların karşısına 10 bin tane genci koyarız. Ama biz gerilimden yana değiliz.”
Polisler o çocukları zaten acımasızca dövüyor, üzerlerine tazyikli su ve gaz bombası atıyor. Demek ki bundan sonra bir de “yandaş öğrenciler” sürülecek alanlara.
Bu sözleri demokrasinin neresine oturtabiliriz acaba?
Başbakan’ın görmek istemediği şu; o çocuklar iktidarı alaşağı etmek, darbe çağrısı yapmak için meydanlara çıkmıyorlar. “Gelecek hayallerinin çalınmış olmasından” kuşku duyuyor ve bunu haykırıyorlar.
Peki Başbakan’nın bu çocukların karşısına koymak istediği 10 bin kişi neyi savunacak? İktidarı mı, yoksa “hayallerinin çalınabileceğini”gerçeğini kabullendiklerini mi?”
Yorum Gönder