Apaçık duyguları çoğaltırken yüreğinizde, başınızın üzerinden ak bir bulut geçerken, ilkyaz sürgün verirken neler düşünürsünüz?
Nisan düğünlerini, yaşamın atlasında mavileri yudumlamayı, bir aşk masalını anlatmaya başlamayı belki.
Çocuksu bir gülüşü, bir göz kırpışı...
Düşüncenin, özgürlüğün, aşkın sıcaklığını.
İnsanca yaşamayı, onurlu olmayı.
Belki hüzünlü bir günün ilk saatlerindesiniz... Bir kumsalda yürüyorsunuz...
Belki de bir şiiri anımsamaya çalışıyorsunuz:
“Bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.
...........
Sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar
...........
Nasıl bir ruh, nasıl bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
Değiştirdik öyle yaşamayı.”
***
Anlatılan o aşk masalında, içimizdeki o taptaze sevimlilik, avuçlarımızda bir tutku yaz güneşini andıran...
Üç gün önce nasıl yağmur yağıyordu yaşadığım kentin üzerine...
Evrenin gökkuşağı da yitip gitmişti ansızın...
Ren Irmağı kıyısında söylenen şarkılar ve bir erkeğin kadına söylediği sözler:
“Sahi sen vişne çürüğü sevdaları bilir misin?”
Dom’un çanı çalıyordu o anda...
Gözlerini yumuyordu genç kadın...
Ve ben onların iki adım ötesindeki masada Almanca konuşmalarını dinliyordum:
“Söyle bakalım sen de kırlangıç öpüşlerini bilir misin? Sen, havada kanat çırpan göçmen kuşları seyrederken bir gülü dalında kokladın mı hiç?”
Erkek şaşırıp kalmıştı...
Gözlerini gökyüzüne çevirip bakmaya başlamıştı...
Kaç yıl önceydi...
Sanırım on yıl önce tanık olmuştum bu olaya...
***
Bir masaldı yaşananlar...
Aşk masalı!
Gözlerinizi kapayın şimdi, gece kanatlansın gözlerinizde...
İnanın, aşkın yüreğinizde filizleneceğine.
Pavel Matev’i okuyun, bir şeyler anlatın birbirinize.
Ateşsiz, kavgasız aşk olur mu hiç!
Kavga olur mu hiç gözü kara girilmeden! Ateş kaygılarımızdadır yaşadığımız her günün, her saatinde.
Bizim içten esinlemelerimizdir...
***
Lorca’dan konuşun biraz...
Nasıl bir bitkidir o bahçedeki karanfil, mısır yığınlarının arasında açan.
Şimdi gecedir...
Yıldızlar da yoktur üstelik.
Ren Irmağı sarhoştur... Ren kıyısı yalnız...
Yalnızlığın çalan saati, gecenin tümlüğünde varoluş, belki o uzun yolculukları anlatır hepimize.
Kurşuni bir küheylanın üzerindeki öfkeli binici karanlığın rüzgârı olup çıkıyordu karşımıza.
Kimi ayrılıklar acıdır, can yakıcıdır bilirsiniz.
Cemal Süreya’nın dizelerini okurken o aşk masalının içine yeniden düşersiniz:
“Gülün tam ortasında ağlıyorum.
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin.”
***
Yaşam unutkandır aşk gibi...
Utangaçtır, hırçındır, öfkelidir!
Yüreklerimiz eski vardiya yalnızlığındadır bir akşamüstü...
Güvercinlik kayalarında akşamı solurken, Lorca dizelerinden ayrılıp Andre Breton’un “çılgın sevisi” bir ölüm sancağını getirir karşınıza.
“Sen ölüm!
Seni hiç düşünmeden yaşadık.
Seni hiç düşünmeden yaşayacağız bundan sonra da”.
Başımızı göğe çevirip gözlerimizi iyice açtığımızda o yaşamın sayfaları çıkacak karşımıza.
Biraz utanç duyacağız, kitabı bomba görüp, uygarlığa, çağdaşlığa Fransız kalanları gördükçe...
İnceden yağan bir yağmur altında yürüyeceğiz...
Oturup düşüneceğiz uzun uzun ve haykıracağız:
“Ey aşk, ey özgürlük neredeysen kalk gel artık!”
Bekleyeceğiz umutla...
__________
Bugün saat 14.30’da TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda Serdar Kızık’la birlikte Cumhuriyet Kitap Sergisi’nde okurlarla buluşup, kitaplarımızı imzalayacağız.
Yorum Gönder