Sen kendini köşe yazarı sanıyorsun. İşin kötüsü köşe yazarı gücünü kötüye kullanmaz. Kendisi için, kendi çıkarları için yazmaz köşe yazarı. İnsanları, çevresini, ülkesini düşünür. Haksızlıkların, ezenlerin üzerine yürür. Ezikten, ezilenden, hürriyet ve demokrasiden, barıştan yanadır; zayıfı korur. Görevinin muhalefet olduğunu iyi bilir. Genel kültürlü, halkçı ve hakçıdır.
Tekrar ediyorum gücünü kendi lehine kullanmaz. Satmaz köşesini ve de şahsiyetini. Ama ne yazık ki sen öyle değilsin. Sen, bu yazdıklarımın tam tersisin, kendi çıkarların için yandaşı oldukların adına kullanıyorsun köşeni ve de kalemini; kendi lehine paraya tahvil ediyorsun köşeni, efendilerin, patronların, yandaşı olduğun hükümetin dilisin. Üstelik bunu inanarak da yapmıyorsun. Sırf çıkar adına… Sana ne derler biliyor musun; dört ayaklı! Evet “sahibinin sesi” derler sana, gel biz de bu yazımızda sana kısaca fino yada bobi diyelim.
Finocuğum, keşke köşe yazarlarına da doktorlar gibi söz verdirip yemin ettirseler… Ama bence sen o sözü de yerdin. Patronların Amerika’nın sözünden çıkmazlar. Sen de efendilerinin sözünden çıkmadığın için, Amerikan’cısın. Amerika’nın, çıkarları adına dünyayı karıştırdığını bal gibi görüyorsun. Hatta aynı sömürüye sen de göz yumuyorsun, destekliyorsun. Bütün yandaşlar gibi Atatürk düşmanısın. Fırsat buldukça da sövüyorsun Atatürk’e.
Ah finocuğum ah… Ben seni oynadığım zaman televizyonda, ertesi günü beni arayıp yıkayıp yağlamıştın, ama içinden nefret kusuyordun. Henüz sermaye çevresinin finosu değildin ama ben senin günün birinde layıkıyla fino olacağını görmüştüm. En azından beni yanıltmadın. Önceleri bu görevini Hürriyet’te sürdürürken, sonra başka bir efendiye transfer oldun. Köpekler öyledir önlerine yemi kim korsa onu sahiplenirler.
Hatırlar mısın, Olacak O Kadar’ın en parlak yıllarında henüz sen daha ilk sahibinin sesiydin, Olacak O Kadar programının bir bölümünde Bakan Işılay Saygın genç kızlara bakirelik testleri yapılmasını istiyordu. Biz de karşı çıkmış, bu duruma isyan etmiş ve şimdi kimsenin hatırlayamadığı bu kadını programımızda ti’ye almıştık. İşte o skecimiz yüzünden sistemin çarkları dönmeye başlamış, sansür devreye girmiş, hükümet maşası “RTÜK” Kanal D ekranını bir geceliğine karatmıştı. Biz de bu karanlığa karşı çıkıp, her hafta dünyaları kazandığımız programımızı bir yıl kadar yayından çekmiştik. Hatta ben olayı açlık grevine kadar taşımıştım. Çok büyük yankı uyandırmıştı, Meclis afallayıp kalmıştı. Sen henüz yeni finolaşmıştın, bize ilk havlayan sen oldun. Reytinglerde bir numara olmamıza karşın; gündemin başköşesine oturmamıza rağmen; benim bunu gündeme gelmek adına yaptığımı yazdın; yesinler seni diyerekten… O varoş üslubunla utanmadan sistemin köpekliğini yaparak boynundaki tasmanın ipinin müsaade ettiği oranda hav hav ya da hev hev, her ne ise çemkirdin bize, hırladın. Oysa sana kimse “TUT” bile dememişti. Sen bunu içgüdünle yaptın.
O zaman hükümetler henüz bu kadar Atatürk düşmanı değildiler, hatta ağızlarından olumlu anlamda Atatürk’ü düşürmezlerdi. Sen de zaten henüz eniktin. Hapishaneler yurtseverler aydınlarla dolu değildi, Türk ordusu telef edilmemişti, Paşalar özgürdü, Atatürk’e söz söyleyenin dil uzatanın ağzına biber sürülürdü… Sen bile şimdiki gibi rahat küfredemezdin Ata’ya. Şimdi Ata’ya sövmek, dönekliğin andı oldu.
Benim de kendime ait köşem yoktu sana cevap verecek. Hevlemelerine kulak asmadım; it ürür ben yürürüm, diye düşündüm. Zaman senin ve senin gibi dört ayaklıların lehine aktı gitti, su gibi… Ve senin gibiler palazlanırken Türkiye bu hale geldi. İşin kötüsü sadece biz değil, Türk halkı da gördü tanıdı senin gibi finoları. Siz de toplumdan soyutlandınız; köşelerinize ve efendilerinizin sizi bağladığı kulübelere hapsoldunuz. Değil halkın içine çıkmak gözüne bile bakacak yüzünüz yok.
Yatlar uçaklar şunlar bunlar. Artık efendilerinin sofrasına da oturuyorsun belli ki… El pençe divan duruyorsun duvar diplerinde, zaman zaman görüyorum. Aman itaatinden geri kalma da salıvermesinler seni sokağa…
Ve ikinci yazın bana… Hülya Avşar cahilinden jüri başkanı olmaz dedim diye. Gene başladın havlamaya… Ulur gibi; dedin ki benim için “gene gündeme gelmeye çalışıyor çünkü eskidi modası geçti.” İnsan niye gündeme gelmek ister ki? Hatırlanmak için, bana iş versinler dizilerde, reklamlarda oynayabileyim, açıkçası para kazanayım, diye. Daha da netleştireyim “para” öyle değil mi? Hani şu senin tasına konulandan…
Bak canım, bak finocuğum, kuçu kuçum benim, bundan bir ay önce TIMS gibi baba bir firmayla (hani şu Muhteşem Yüzyıl dizisinin yapımcıları) bir sözleşme imzaladım. Bölüm başına 40 milyar alacağım. Eksik olmasınlar, avansımı da bankaya yatırdılar. Ne var ki çekim programları açıklanınca, tiyatro oyunum “Azınlık”ın turnesini aksatacağı için bu büyük firmadan, affımı rica ettim. Lütfedip kabul ettiler. Avanslarını iade edip turneye çıktım. Üç bin kişilik amfi-tiyatrolarda beş-yedi bin kişiye oynuyorum.
Bu projeden az daha önce; Fox’ta her gün yayınlanan; değerli dostum Salih Kalyon’un oynadığı “Canım Benim” adlı diziye de hayır demiştim. O da haftada 40 milyardı. Her iki firma da beni doğrulayacaktır. Ben bundan çok önce, “Süleyman Demirel” başbakan iken tiyatroma destek amaçlı ciddi bir para önermişti bana, trilyonlarla ifade edilebilecek bir rakam. Tabi lütfetmiş, kendimi iyi hissettirmişti bana. Eksik olmasın, büyük sanatseverdi. Bu parayı almadım. Yıllar sonra kendisi açıkladı almadığımı.
Gündeme gelmekten söz ediyorsun. İnsan ülkesinin sorunlarına sahip çıkarak, ille de Atatürkçü olarak, hapis yatan yurtsever aydınların acısını, TSK’nın şerefli paşalarının yangınını yüreğinde hissederek gündeme gelmez. Kodese gider, işinden kovulur aşından olur, gider gene de şahsiyetini, onurunu satmaz. Sen efendilerine söyle de sana “tut”tan daha fazla kelime öğretsinler.
“Azınlık”la turnedeyim. Politik bir oyun. “Diyeceğimi diyorum”. Bizi sustururlarsa biz illa ki konuşacak bir yer buluruz. İlla ki konuşmalarımız, “dünya görüşü” doğrultusunda çoğunluğun menfaatinedir. Ben sahnede AKP’yi eleştirdiğim kadar CHP’yi de eleştiriyorum.
AKP’ye Marmaris teşkilatı “Azınlık” oyunu hakkında soruşturma başlattı. Neymiş, AKP’ye hakaret varmış, müstehcenmiş, 18+ ibaresi bulunmalıymış… Hani senin yaşadığın bahçenin kapısında “dikkat köpek var” diye yazıyor ya… Yalancı.. Bunlar da senin kadar yalancı; anladın mı finocuğum? Sence bu mu oluyor gündeme gelmek?
Gazeteci dostlar, “Gerçekçiler” hapishanelerde çürütülüyor, neden görmezden geliyorsun? Oğlum sizin işiniz havlamak, sen gene bana havla, boş ver ben senin de kendimin de ne olduğunu iyi biliyorum. Sen şimdi bu yazıyı da üzerine almaz görmezden gelirsin. Sana da bu yakışır. Sen de dahil herkes anladı ne demek istediğimi…
Hayran olduğum dürüst adam Doğu Perinçek sistem hakkında ve senin gibi çalar saat kuşları için bak ne yazmış… Ders niteliğinde önemli bir yazı… Ben kestim çerçeveleyip duvarıma astım. Tekrarında yarar gördüğüm için, bu güzel olduğu kadar “önemli” yazıyı köşeme aldım yineliyorum. Doğu Perinçek’e teşekkürler ve saygılarımla. Lütfedip okuyun da yazı nasıl yazılır görün. Kendi yazdığım kısma “tamamen hayal ürünüdür” diyerek sizi Perinçek’le baş başa bırakıyorum…
Çalar saat kuşları
Çalar saatlerin kuşları vardır ya, zamanları gelince kapakları açılır guguk guguk diye öterler ve sonra kafeslerine dönerler. Kaç kez ötecekleri de kurgulanmıştır.
Bir cepheden bakarsanız, kuş bir hizmet yapıyor, günün belirli saatlerinde guguk guguk diyerek bize saati bildiriyor.
Efendilerimizin saatini!
Ayarlanmış olan saati!
Kurgulanmış olan saati!
Greenwich miydi, hangi karın ağrısıydı, o saati!
İzninizle bir başka cepheden de bakabiliriz. Çalar saatin kuşu, yapımcısı tarafından kuşa benzetilmiştir ama havada uçan turna katarına, dallara konan serçelere, hele dağların doruklarında kanat çırpan kartallara hiç benzemez.
Levent Kırca’nın incitmeyin dediği ölçüler
Temsili bırakıp, hayatın kendisine bakalım.
Levent Kırca, devrimci aydın tavrıyla Antalya Altın Portakal jürisinin başkanında olması gereken ölçüleri belirtti. “Bu ölçülere kıymayın, incitmeyin” dedi.
Jüri Başkanı, sistemin değerler sıralamasına göre belirlenmişti.
Türkiye’de bunları söyleyecek adamlar gerekli. Devrimci aydın da budur zaten. İtirazınız var mı?
Bir zamanlar kartaldı
Ama bir de sistemin saati var, tik tak tik tak diye gidiyor (Boyu devrülsün de, cenaze namazı gılınmaya inşallah!).
Levent Kırca, hakikati söyleyince, çalar saatin küçük kapısı açılıyor ve kuşlar içinden çıkıyor. Guguk guguk diyor ve kafeslerine dönüyorlar. Ertuğrul Özkök’e çalar saat görevi hep yakışmıştır.
Ama bu satırları, asıl Tunca Arslan’a armağan ediyorum. Devrimci bir aydındı, sistemin değerlerine esir değildi, sorgulardı, yargılardı, sistemin sunduğu ufak tefek veya iri miri nimetleri kartallar gibi yukardan süzerdi. Bir zamanlar kartaldı!
Aydın, devrimciliği bırakınca çalar saat kuşu oluyor. Artık “refleksleri”, kartalın özgür kanat çırpışları ve süzülüşleri değildir; sistemin “refleksleri”dir. (Refleks sözcüğünü hayatımda hiç kullanmamıştım; buraya yakıştı.)
Kartal ruhunuzu öldürür ve çalar saatin içine girerseniz, hiçbir “sıkıntınız” kalmaz. Tunca Arslan gibi “sıkıntısız” yaşarsınız.
Neyin “temsiliyeti” arkadaş!
Saat tik tak tik tak işlerken, filmin tekerleği tıkır tıkır uyumlu dönecekken, Levent Kırca çıkıyor ve millete hakikati söylüyor. Bu ülkenin hâlâ dağları ve kartalları var!
Bir de çalar saat kuşlarının guguklarına bakınız. “Antalya Jüri Başkanı, temsiliyet açısından pek isabetli seçilmiş” imiş!
Doğru, Tayyip Erdoğan da temsiliyet açısından BOP Eşbaşkanlığını değil, protokole göre Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil ediyor.
“Temsiliyet bozulmamalı” değil mi, üç kez guguk guguk guguk!
Bütün temsiliyetçilerin, teslimiyetçi olduğunu bir kez daha öğreniyoruz!
Onların Demir Kazığı: Hollywood yıldızı
Antalya Portakal Jürisi Başkanı’nın “Batı dünyasının yıldızlarından hiçbir eksiği yoğ” imiş.
El hak doğru! Bu kez çalar saat Atlantik saat ayarına göre, holivut holivut diye ötüyor.
“Kaldı ki jüride 12-13 üye daha var” imiş.
Hep aynı guguklar!
Ama zinhar, kurulu saatin ayarı dışında ses çıkarmayacaksın, hele Levent Kırca gibi gürlemeyeceksin! Gözlerini açıp, zamanı gelince saatin içinden fırlayıp, guguk guguk guguk diye ötüp kafesine geri döneceksin!
Ahlak ve vicdan çalar saatte oluşabilir mi?
Tabii burada bir felsefe sorunu da var:
Çalar saatin içinde ahlak ve vicdan oluşabiliyor ve korunabiliyor mu?
Vicdan, her zaman saatin dışındadır! Çünkü kurulamaz ve ayarlanamaz.
“Hakikat işçisinin” sesi zaman kadar solukludur
Geçende Seyyit Nezir, “hakikat işçiliği” diye gönülleri dalgalandıran bir kavram kullandı.
Erdemler, kan ter içinde “hakikat işçiliğiyle” kazanılıyor.
Bir toplumu ayakta tutan, çarkı döndüren, sanıldığı gibi çalar saat kuşları değil, fakat hakikat işçileridir.
Zaman, çalar saat kuşlarının mekânı değil, fakat “hakikat işçilerinin” işliğidir!
Çalar saat durunca iş durmaz!
Ama iş duracak olsa, zaman durur.
Çünkü iş yoksa artık zaman da yoktur.
Zamanla yarışan yalnızca iştir; hakikattir!
Hiçbir çalar saat, içindeki kuşlar sayesinde zamanı yenememiştir.
O kuşların gugukları da, o saatin takati kadardır; saat durunca, onların da gugukları kesilir.
Ama hakikatin sesi!
O ses, zaman kadar solukludur.
Çünkü zaman, hakikatin mekânıdır!
Zaman akıp gidiyorsa, hakikat o zamanın içinde her zaman başı dik olan biricik varlıktır; vesselam! (Fikret Otyam ağabeyime ve Filiz’e bâki selam)
Yorum Gönder