Nasrettin Hoca’nın biri bahçıvan diğeri kiremit yapan iki damadının hikâyesini daha önce anlatmıştım.
Şimdi bunu, içinde bulunduğumuz durumu açıklamakta yararı olacağı için bir kere daha hatırlatmakta yarar var:
Hikâyedeki iki damattan bahçıvan olanı yağmur yağsın diye, kiremitçi ise güneş açsın diye dua etmesini istermiş Hoca’dan.
Hoca ne yapsın? Neye dua etse damatlardan biri gülerken diğeri ağlayacak.
Bizim işler de şimdi o hesap:
Ben bu damatları bir açıdan Ulaştırma Bakanı ile Maliye Bakanına benzetirim.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım üçüncü köprünün ne kadar gerekli olduğunu anlatmak için, Boğaz Köprüsünde yaşanan trafik sıkışıklığında fazladan yakılan yakıtın yılda 3 milyar lirayı aştığını söylemiş.
Doğrudur, olaya sadece bu pencereden bakıldığında böyledir.
Gelelim aklımıza Nasrettin Hoca’nın durumunu getiren ikinci pencereye.
Dünyanın bütün otomobilleri “akaryakıt”la çalışırken bizdekiler pek çok ülkedekinden farklı olarak “akar-yakıt”la çalışırlar.
Ne demek bu?
Şu demek:
“Yakıt” kısmı, her yerde olduğu gibi otomobili çalıştırırken “akar” kısmı hükümetlerin topladığı vergi geliri yani hükümetin ÖTV, KDV vergileri cinsinden“akar”ıdır.
“Akar” kelimesi artık eski dilde kaldığı için belki de bulmaca meraklıları dışında pek fazla bilinmeyebilir; “gelir” demektir.
İşte bu akaryakıtın “akar”ı, trafik ne kadar çok sıkışırsa, otomobiller ne kadar akıp gidemez ise, kullanılan akar-yakıt miktarı yükseldiğinden kişilerin cebinden hükümetlerin bütçelerine o kadar daha fazla “akar”.
Bu gerçeği şimdi “ille de üçüncü köprü yapılmalıdır” tezini savunmak için kullananlara ne demeli?
Türkiye’deki ulaşım sorunu bu hale gelene, raylı sistem ve deniz ulaşımını ihmal edilip ülke yolda yürünemez duruma düşene kadar neredeydiniz? Yapılan her yeni köprünün yarattığı cazibeyle trafikteki otomobil sayısının da arttığını, dolayısıyla köprü yapmanın trafiği azaltmak anlamına gelmediğini bilmiyor musunuz?
Hatırlayın; ikinci köprü yapıldığında ilk aylarda yaşanan geçici rahatlık kısa bir süre sonra burada da bir kâbusa dönüşmedi mi?
***
Bir düşünelim bakalım:
Bu trafik sıkışıklığı devam ettikçe kimi insanlar otomobillerini kapılarının önünde tutmakta değil midir?
Bu trafik sıkışıklığı devam ettikçe insanlar otomobil alıp da bu trafiğe çıkmanın anlamı olmadığını düşünmekte, otomobil almaktan vazgeçmekte değil midir?
Peki, yeni bir köprü yapıldığında bunlar ne yapacaklardır?
Diyelim ki üç değil beş köprü daha yaptınız ve bu araçlar haydi -bir süreliğine- köprüden akıp akıp geçtiler. Peki, köprüden sonra girecekleri şehir içi yollar aynı kaldıkça, cadde ve sokaklar bu genişliklerinde durdukça ne olacak?
Köprünün cazibesiyle trafiğe giren araçlar şehrin içinin trafiğini daha da perişan hale getirmeyecekler mi?
Örneğin Taksimden çıkan araç Mecidiyeköy’den geçerken, Kadıköy’den çıkan araç Kartal’a giderken köprü üstü hariç kendilerini eskiden olduğundan daha da sıkışık bir trafiğin içinde bulmayacaklar mı?
Buradan tekrar “akar-yakıt” konusuna dönelim:
Trafikte çekilen çile hükümetlere vergi olarak akmaktadır.
Bu durum vergi gelirlerini kendiliğinden yükseltebilir ama milli ekonomi açısından yüktür.
Üçüncü köprü’nün köprü üzerinde ve çevre yollarında yaratacağı geçici rahatlama, trafiğe yeni girecek araçlar dolayısıyla köprü dışındaki yollara eskisinden daha fazla yük getireceği için sonuçta İstanbullunun ve dolayısıyla ulusal ekonominin yükünü arttıracaktır.
Ne dersiniz?
Üçüncü “köprüyü geçerken” gelecek denen rahatlık köprüyü geçip şehrin içine dalındığında, koca bir İstanbul’un cadde ve sokakları aynı kalacağına göre daha fazla “akar-yakıt”a ve daha fazla çileye yol açmayacak mı?
Sayın bakanlarımızın bu analizleri sadece köprü üzeri için değil de şehir ve ulusal ekonomi açısından yapmaları daha doğru olmaz mı?
Bülent Soylan
Yorum Gönder