'Adalet Yoktur, Hukuk Devleti Yoktur. Türkiye Bir Faşist Devlet Olmuştur'

“BANA YARGINI SÖYLE”

Uğur Mumcu’nun 19. ölüm yıldönümü nedeni ile düzenlenen 19. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinliklerinden, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Ankara Cumhuriyet okurlarınca 29.1.2012 günü düzenlenen “Bana Yargını Söyle” adlı panelde, Cumhuriyet Gazetesi Adliye muhabiri Gazeteci İlhan Taşçı, Ankara Barosu Başkanı Prof Dr. Av. Metin Feyzioğlu, CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Birgül Ayman Güler konuşmacı olarak katıldılar.

Gazeteci adalet konusunda tanık olduğu çarpıklıklara değinirken, Prof Dr. Metin Feyzioğlu, hukuk alanındaki bozukluk ve çarpıklıklara değinirken aynen: Yargı bağımsız değildir, üst mahkemeler de artık bağımlı hale getirilmiştir. Adalet yoktur. Adalet mülkün temeli ise mülk elden gitmek üzeredir. Mülkten kasıt vatandır. Demiştir.

Biz de bu ilginç konuşmaları, okuyucuyla paylaşmak için, hiçbir cümleyi kaçırmadan bandan çözümleyerek sunuyoruz.

İlk konuşmayı yapan Cumhuriyet Gazetesi adliye yazarı İlhan Taşçı şunları söyledi:

“-Bir gün gazete içerisinden dediler ki, bundan 17-18 yıl önce, bundan sonra yargı alanına sen bakacaksın dedikleri zaman, sanki dünyanın bütün adaletsizlikleri ya da dünyanın bütün adalet dengesi benim omzuma yüklenmiş gibi rahatsız oldum. Zaten galiba Türkiye’nin kısmetsizliği de bu noktada başladı, aynı sizler gibi. Hukuk mezunu olmayan, hukuk bilgisi olmayan ama hukuka dair bir şeyler anlatacak kişi olarak huzurlarınıza ben geldim.

Öyle bir şey ki, ilerleyen dönemler için söylüyorum, bu kaygıyla başladım mesleğe ama sonradan gördüm ki, zaten adalet kavramını anlamak için, ya da yorumlamak için hukuk mezunu olmaya gerekmiyormuş. İnsanın biraz adaletten nasiplenmesi, birazcık vicdandan sebeplenmesi, birazcık da insan hak ve özgürlüklerini evresel değerlerle yorumladığı zaman adalet dediğimiz şey ortaya koyabiliyorsunuz.

Ama bir de kanun metinleri var, hukuk metinleri var, evet doğru ama bir mahkemenin kararından, bir Yargıtay ilamından siz ancak hukuksal bir metni öğrenebilirsiniz. Ama bir insanın ya da bir yaşamın, ya da daha da genişletirsek, bir toplumun adalet peşinde koştururken yaşadıklarını hissettiklerini bir yasa metinlerinden, bir yargı kararlarından öğrenemeyiz. Demek ki bir şeye varmaya çalışıyorum, o da şu, sadece bir yasa metni bir kanunun varlığı bizi adaletin varlığına işaret etmiyor. Ya da bizi adalete götürmüyor, bir şeyler eksik. İşte oradakini biraz belki ruha benzetebiliriz. O kanun metnin canlanması bir ruha ete emiğe bürünmesi gerekiyor. Onu kim büründürecek? İşte onu hâkimler ( yargıçlar) büründürecek. Peki, yargıçlar o canı verirken ne yapması gerekiyor. Herhalde birazcık vicdandan sebeplenmiş olmak gerekiyor.

Mesela o kadar çok karar çıkıyor ki, eğer bu kanun metinlerini kimin elinde kim yönetiyorsa ona göre sonuçlara varabiliyoruz. Bunu şuna benzetebiliriz belki: İyi bir senaryo kötü bir yönetmenin elinde harika bir filme dönüşebiliyor. Ya da kötü bir senaryo iyi bir açıdan bakabilen yönetmenin elinde kötü bakanın açısından zayi olabilir.

Galiba Türkiye birkaç yıldır, bütün senaryolarını kötü yönetmenlere kaptırdı. Bizim bütün filmlerimiz kötü çıkmaya başladı! Şimdi öyle ki eskiden DGM leri vardı, arkasından Özel Yetkili Mahkemeler, savcılar var ve herkes Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması konusunda nerde ise hem fikir, gerekçeleri farklı olabilir.

Ben size yaşadığım bir olay hakkında Özel Yetkili Mahkemede özel yetkili bir savcının, mahkemesinin mantalitesini (zihniyet) ortaya koymak açısından ortaya koymak daha sağlıklı gibi geliyor. Bundan birkaç yık önce yazdığım bir yazı nedeni ile özel yetkili bir savcı beni aradı. Dedi ki, “ben size bir konuda karar gönderdim ama yayınlamadınız suç işliyorsunuz. Tekzip etme, açıklama bunlar hep birbirine karıştırılan kavramlardır.

Açıklama gönderdiniz sayın savcı açıklamayı dikkate almadım. Ama tekzip kararı gönderirseniz zaten yasal bir zorunluluk olarak yayınlanacak dediğim zamanki cümlesi ilginçtir. “Hayır”, dedi, “ben size tekzip kararı gönderdim”.

Sayın savcı sizin tekzip kararı alma yetkiniz yok. “Nasıl yok ben 25 ile yetkiliyim”. Yani ben özel yetkiliyim, benim nasıl tekzip kararı almak yetkim olmaz.

Düşüne biliyor musunuz; şimdi bu savcı sonra kalkıyor, sizin hakkınızda bir iddianame düzenliyor. Ya bir elektronik ortamda bir ileti ile ya da şimdilerde gitgide artmaya başlayan gizli tanıklarla. Hani diyoruz ya, ileri demokrasinin nimetlerinden yararlanma gibi bir ortam var Türkiye’de. Gizli tanık değil de 1948 yılında ilginç bir şey yaşamış Aziz Nesin. Bu Marşal yardımları gündeme geldiği zaman kendince, o Marko Paşa’yı (dergi) çıkardığı yıllarda, demişler ki emperyalizme karşı halkı uyandıralım, diye broşür basmaya karar vermişler ve bunun ön yüzünü basmışlar, on bin broşürün arkasını basmadan polis matbaayı basmış. Gözaltına alındıktan sonra Aziz Nesin 22 yılla yargılanmaya başlıyor.

Tabi o günkü yasalara göre yayın yoluyla suçun oluşabilmesi için kitabı, broşürü en az iki kişinin okuması gerekiyor. Başlıyorlar onu aramaya birini buluyorlar, biri okumuş broşürü arkalı önlü. İkinci kişi yok. Devletin aklı evvelleri vardır. Birisi diyor ki, “e canım birisi bunu dizmiş olmalı o dizgici ikinci olsun. Dizgiciyi getiriyorlar mahkemeye. Diyorlar ki dizgiciye,”bunu sen mi dizdin. Okudun mu? “Hayır, okumadım” diyor dizgici. Hâkim diyor ki, okumadığın şeyi nasıl diziyorsun” diyor. Hâkim bey, ben her dizdiğimi okusaydım, profesör olurdum, zaten.

Şimdi bu gün, baktığımız zaman hiç birimiz o mahkemeleri, o yargılamayı yapan hâkimleri savcıları hatırlamıyoruz. Ama Aziz Nesin’i herhalde asırlar boyu unutmayacak asırlar boyu unutmayacak bu coğrafyada yaşayan insanlar.

Bu günkü uygulamaya baktığımız zaman, bizdeki o uygulamaya baktığımız zaman o yetkili ve her şeye kendisini yetkili ve her şeyin üstünde gören savcılıklar, tuttular koskocaman Türkiye Coğrafyası üzerinden sadece tek merkezli bir yargılamaya başladılar. Bütün davalar İstanbul’da. Bütün özel savcılar İstanbul’da. Mahkemeler İstanbul’da. Biz hala İstanbul Mahkemelerinin nasıl bir özelliği olduğunu bilmiyoruz. Sadece şunu biliyoruz. İstanbul’da bir soruşturma başlıyor, birisini Kars’da gözaltına alıyorlar, götürüp İstanbul’da sorguluyorlar ve İstanbul’da tutukluyorlar. Antalya’da alıyorlar, onu da İstanbul’a götürüyorlar, Ankara’dakini ve bundan burayı bir parantez içinde söylüyorum. Ankara’daki özel yetkililer hiç rahatsız olmuyor. Hiç birisi yetkisinin gasp edilmiş olasından huzursuzluk duymuyor sanki. Peki ne oldu da her şey İstanbul’da Özel Yetkili Mahkemelerin çatısı altına alındı. Kısaca ona Beşiktaş Adliyesi diyorlardı eskiden. Sanki bu hâkim ve savcılar on bir bin hâkim ve savcının içindeki birer unsur olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Bunlar sonradan dâhil olmadılar bu sisteme. Birileri yargıçlar, savcılar ellerini taşın altına koymadıkları için vakti zamanında, hukukçular diyelim genel olarak ona, koymadıkları için maalesef insan hak ve özgürlüklerinin adaleti dağıtma görevini kendilerini özel nitelikli sayan kimi kişiler tarafından yürütülmesine imkân sağlamış oldular. O kadar imkân sağladılar ki ve o kadar işi ileri boyuta götürmeye başladılar ki, hâkim ve savcılar mesela kendi telefonlarının dinlenmesi için, onay vermeye başladılar.

En sonunda İstanbul’daki yargılamalar sırasında bir gizli tanık şöyle diyor: “Herkes beni tanıyor, yüzümü salona yansıtabilirsiniz” diyor. Önce sanık olup tanıklığa dönüştürülmüş olup olan tiplemeler var. Kimdir dersek Mesela Hacı Turhan diye birisi, hiç duymadığımız isim. Ama o kendini ünlü tanıyor, “herkes beni tanıyor” diyor. “yüzümü salona verebilirsiniz” diyor. Böyle bir algı ile tanıklık yapıyor.

Tabi bütün bunlardan bağımsız olarak bizim bir de mahkemelerden adalet bekleme biçimimizde bir sakatlık var gibi geliyor. Herkes diyor ki er ya da geç adalet tecelli eder. Olmayan şey yerini bulmaz. Adalet yoksa ki yok, tecelli etmesini istemek de biraz saflık gibi geliyor bana. Hatta öyle ki hep bunu duyduğum zaman bunu siyasetçiler söylüyor, iktidar partisi mensupları ana muhalefeti ayıralım, ısrarla söylüyor,”lamı cimi yok tahliye olacaklar” diyor. Lami cimi yok yasayı değiştirin o zaman. Hep böyle timsah gözyaşları ve işi öyle bir noktaya getirmeye başladılar ki, galiba yakında Dündar Kılıç’ın başına gelen İstanbul mahkemelerin başına gelecek.

Biliyorsunuz kabadayılar içerisinde omzu sola yatık gidenlerdendi. O biraz öyle yürüyordu. Cezaevine düştükten bir süre sonra onun kaldığı ceza evine Madanoğlu’nu da getiriler. Madanoğlu haftalar sonra yargıç önüne çıktığında iki cümle kurar, derki: “Sayın başkan değerli üyeler sizi ve mahkemenizi tanımıyorum, beni ancak halk yargılar”. Ertesi günü bütün gazetelerin manşetlerine Madanoğlu’nu mahkeme heyetini tanımadığının manşetleri var Dündar Kılıç da bu tür şeyleri takip ediyor, mahkemede “ sizi ve mahkemenizi tanımıyorum, beni ancak halk yargılar” diyor. Kendisi adam yaralamaktan tutuklu bir adi suçlu olarak.

Adalet tecelli edecek, adalet er ya da geç yerini bulacak diye beklerken bir gün gelecek bizim toplumumuz da sanırım Dündar Kılıç gibi mahkemeyi tanımamaya başlayacaktır.”

“ADALET YOKTUR, HUKUK DEVLETİ YOKTUR. TÜRKİYE BİR FAŞİST DEVLET OLMUŞTUR”.

“Bana Yargını Söyle” panelinde ikinci konuşmacı olarak Anara Barosu Başkanı Prof Dr Metin Feyzioğlu da şunları söyledi:

“ Aslında olanları söylüyoruz, hatta olanları eksik söylüyoruz. Marifet sayılıyo, kimse konuşmayınca konuşanlar göze batıyor. Yoksa ilaveden büyük işler falan yaptığımız yok. Sadece diyoruz ki memlekette yargı bağımlıdır, giderek daha da bağımlı hale gelmiştir. Adalet yoktur, hukuk devleti yoktur. Türkiye bir faşist devlet olmuştur. Faşist devletin konsolide edilme iyice yerleştirme sürecine çoktan girilmiştir. İkinci cumhuriyet diye diye birincisini ortadan kaldırmayı şimdilik başarmış gibi görülmektedirler. İstediklerimiz bunlar, ama kimse demeyince veya az sayıda deyince böyle ödül bile veriyorlar. (Eskişehir’de Uğur Mumcu ödülünü aldığını söylüyor)

Eskişehir’den size umut getirdim. Türkiye sandığınızdan gördüğünüzden çok ama çok umutlu. Ankara’nın griliğinde fark ettiğimizden çok daha umutlu. Sımsıcak, enerjik, dolu. Gençler, emekliler, işçiler, memurlar müthiş bir dinamizm var Türkiye’de. (Salondan biri, “ağzınızdan bal akıyor” dedi, gülüşmeler)

Türkiye olup bitenlerden habersiz değil, yönetiminden memnun değil; memnun olduğu şeyler var. Neden memnun olduğunu neden mutlu olmadığını, rahatsız olduğunu iyi tespit etmek gerekiyor. Mutlu olduğundan şikayet eder miyiz Ankara’da İşte o zaman Türkiye’yi kucaklayamıyorsunuz. Onun için de yerine gitmek lazımdır. Karış karış gezmek lazımdır. Örneğin Antep’e veya Antakya’ya gittiğinizde Türkiye’nin Ortadoğu’daki kabadayılığından hiç de mutlu olmadığını göreceksiniz, sokaktaki her cinsten insanın. Çünkü alışveriş merkezleri boş, oteller boş, kamyonlar tek bir sınır bırakılmış beş bin Dolar navlun konmuş “Suriye’ye girme” denmiş. Onlarca km kuyruk. İnsanlar işsiz aç kalmış, akrabaları Suriye’de. Aynı gün çıkan bir basın ulusal basın, demekten artık rahatsız olmaya başladım, ulusal basın pek yakışmıyor. Yaygın basında “üç milyon kişi Esad’ı protesto etti” diye haber. Antakya yerel basınında “milyonlar Esad için yürüdü”. Hangisi doğru? (Salondan birileri “Antakya doğru” diyordu). Antakya basını doğru söylüyor.

Şimdi dün dostlar, düşünceyi açıklama hürriyeti sınırlı diyorduk. Bu gün 70 in üzerinde gazetecinin zindanda olduğu Türkiye’de. İhtilal dönemlerinde bile uygulanmamış idari, mali baskı ve adli baskılarla, otosansür uygulamaya mecbur bırakılmış bir basınla biz artık düşünce hürriyetinden de yoksun bırakıldık. Çünkü düşünebilmek için, gazeteciye ihtiyaç var, yazan gazeteciye ihtiyaç var. Fotoğrafını çeken gazeteciye, olduğu gibi yansıtan gazeteciye ihtiyaç var. Ya içerdeler, ya işsizler, ya da işsiz kalmamak için başka şeyler yazıyorlar. Dolayısıyla biz artık düşünce hürriyetini yitirmiş kişileriz. Düşünce hürriyeti yitirildiğinde de birey olma özelliğimiz elimizden alınmak isteniyor.

Neyse ki faşizm denilen idare, insan doğasına aykırı olduğu için dünyada hiçbir faşist rejim başaramadı. Bir yükseliş grafiği vardır, zirvede bir süre kalır, ardından da ister istemez artık alaylarla, ince ince esprilerle ve insanların ne olacaksa olsun yeter ben konuşacağım demeye başlamasıyla ordan bir ses, ordan on tane ses, buradan bir grup başlamasıyla aşağı iner ve devir değişir. Devir nasıl değişir? Sorun orda; değişecek bunda kuşku yok. Hemen istediğimiz o ifadeye geri dönünüz. Yüzü asık hiç kimseyi istemiyorum, umutsuz kimseyi istemiyorum, hele hele -bu milletten adam olmaz, bu toplumdan adam olmaz eğitim şart- gibi böyle beni 50 sene sonraya umut bağlatacak lafları hiç duymak istemiyorum. Dostlar bu toplumun insanını ithal etmemiz mümkün olmadığına göre, biz burada çalışacağız, biz burda başarılı olacağız. 50 sene sonrasını görmek istiyorum, ben hayatımda görmek istiyorum. Siz de görmek istiyorsunuz. O zaman, eğitim tabiî ki şart, ama 50 sene sonrayı değil, ben bu gün görmek istiyorum. Bu da olacak olacak.

1930 lar, cumhuriyet yeni kuruldu, e tek parti. Cumhurbaşkanının da, başbakanın da babaları CHP li; devlet kuruluyo, devleti CHP si kuruyor. Yeni bir rejim geliyor CHP si. O sayede bu salonlar doluyor, (burada bir parantez açalım, bundan yıllar önce bir üniversitede idim, bir Anadolu kentinde, çok sevdiğim, gönülden bağlı olduğum, öl desinler öleceğim bir Anadolu kentinde Kayseri’deyim. Kayseriliyim, iyisi de kötüsü de Kayseri’den çıkyor diyeceğim ama (salonda gülüşmeler), ben bir öğrenciyim. Bir öğrenci kalktı, “Cumhuriyetin” dedi, “bizi köklerimizden kopardığını düşünmüyor musunuz” dedi. Salon tıklım tıklım dolu, en büyük salon. Hazırlıksız bir soru; Latin alfabesi ile ilgili sorular oluyordu. Dedim, herkes sağına soluna baksın, baktı herkes sağına soluna, ne görüyorsunuz dedim. Osmanlının herhangi bir döneminde bu kadar genç üniversite öğrencisini bir arada görebilir miydiniz? Hayır. Bu soruyu sormanı bile cumhuriyet sağladı. Dava bitmiştir).

1930-1920 lerde büyük işler başarılıyor. Ardından, tek parti iktidarı, kim tek başına iktidarda kalsa insan evladıyız hepimiz, hepimizde var o, tek başımıza iktidarda çok uzun sure kalırsanız zaman zaman felsefenizden, ideolijiniden değil, insan olmanızdan kaynaklanan, sizi frenlenen mekanizma olmadığı için aşırılıklar olabilir. Hangi dernek başkanı 20 sene değişmese o dernek başkanı yanlış yapar, ama bir sürü doğrusu var bunun. Ama sonuna bakarsınız, toplamda doğrulara yanlışlara bakarsınız. Münferit tarihin bir sayfasından sonuna hiç bakmaksızın bir cümleyi çekip “geçmişimizle yüzleşiyoruz” deyip geçmişimizi kötülemek acımasızlıktır, insafsızlıktır, ayıptır. Amaç da bizim tarihimizden cumhuriyetten soğumamızı, utanmamızı sağlamaktır. Bizim cumhuriyetten utanacağımız hiçbir şey yoktur.

Yanlışlar yapılmış mıdır, tabi yapılmıştır. Doğru yapabilmeniz için hizmet etmeniz lazım, arada yanlış da olacaktır. Hiçbir şey yapmazsanız, hiçbir yanlış yapmazsınız, ama en büyük yanlışı yaparsınız. En büyük yanlışlık hiçbir şey yapmamaktır.

İki çok parti denemsi karşı devrim hazır bekliyor durdum; aniden faşist bir diktatörü var ya Türkiye’nin. Bir hikâyesini de anlayacağım bakalım ne kadar faşistmiş. İsmet İnönü diyor ki, “ben çok faşistim, ben bir diktatörüm, bir diktatörüm, o yüzden çok partili hayata geçireceğim, Türkiye’yi” diyor. Türk usulü bir faşizm o dönem.

Tam o dönemden bir hikâye. Tam o yıllarda İsmet İnönü, bir avukata ihtiyaç duyuyor, genç bir avukatı pembe köşke davet ediyorlar. Her konuda anlaşılıyor, bundan sonra avukatlığını üstlenecek. Çok genç yirmili yaşlarda. Ayrılırken partiye üyesin değil mi diyor, İsmet Paşa. O kadar sinirleniyor ki Avukat, “siz beni hukuki bilgimden yararlanmak için davet ettiniz, CHP ine üye olmamın avukatlığımla hiçbir ilgisi yoktur paşam” diyor.

“-Evladım ben senin CHP sine üye olup olmadığını sordum mu? Partiye üye misin diye sordum. Git DP ne veya CHP ye üye ol, mazbatanı getir vekâletimi ondan sonra alırsın diyor. Ben bunu o kişiden dinledim; işte böyle faşist bir milli şef, İsmet Paşa. Nerden gelirse ordan vurun acımasızca.

Çok partili hayatta çoğullukçu anlayış, ötesi yok ve CHP sinin iktidarından cumhuriyetin kuruluş yıllarından böyle sayfalardan cümleler çekilip çekilip öç alma vesilesi yaratan yeni bir anlayış 1950 ler. Adalet öç almak için iş başında.

1960 tartışırız halk hareketi midir değimlidir. Bana göre askeri hareket halk hareketi olmaz. Sonuç itibariyle askeri darbedir. Halk hareketi halk tarafından desteklenmiş olabilir. Ama askerin yaptığı bir harekettir. Kolaycıdır, maalesef 1961 sadece Türkiye’nin değil, en ileri Avrupa’nın gördüğü en ileri anayasa çıkar. Bununla kalsa, bunun bir askeri darbeyle yapıldığını unutmaya belki hazırız. Ama kara bir leke siyasiler yargılanır, bir komedi mahkeme, bebek davası, kilot davası bilmem ne davası. Hakikaten bir utanç Türkiye başbakanını asar, dışişleri, maliye, içişleri bakanını asar, cumhurbaşkanını zindana gönderir. Neresiyle övünelim kara bir leke. Bu sebeple yeni intikam tohumları serpilir.

Gelelim 1971 e. 1961 dünyanın sayılı anayasalarından birini yapmayı başarmışım. Bir halk hareketinin başarısı değil,ama 1971 de onu biz, halk yapmadığı için, “bu elbise bol gelmiştir” sözüne karşı çıkan bir toplumsal muhalefet yok. “Bol gelen elbise’ yine bir askeri darbeyle baskıcı bir devlet anayasasına dönüştürülür. İşte 70 ler, DGM lerin ilk çıktığı yıllar. Hiçbir mahkemenin taraf tutması olur mu? DGM devletin tarafıdır; devlet de ete kemiğe büründürdüğünüzde o günkü siyasi iktidardır. Demek ki DGM leri daima siyasi iktidarın gücünü dayatma amaçlı odaklı; o sebeple, o sayıkla yapılardır. Benzerleri dünyada Orta Çağdan beri varır. Engizisyon gibi. İngiltere’de Starçambr diye vardır, daima olmuştur. Ama DGM olduğu ülkelerin hiç birinde demokrasi yoktur, insan hakkı yoktur. İnsan birey dir, kuldur, köledir, tebadır.

1980 önüne gelen her şeyi süpürür; aydınlar biçildi ve toplumdan örgütlenebilecek bir yapı bir düşünce kalmadı. Devrin gençleri siyasetin kötü olduğu telkini ile büyüdü. O zaman siyaset sadece siyasi partilerde küçücük koltuklar için mücadele eden aslında meslek sahibi olmayan, iş sahibi olmayan, kendisini herhangi bir yerde kanıtlamamış, sadece siyasi parti içinde var olmayı hedeflemiş insanlara bırakılır. Memurların, öğrencilerin siyasi partilere üyeliği yasak. Denek kurmak yasak, üye olmak yasak… Faşizmin inişe geçmesidir yasaklar. Çünkü toplum dalga geçmeye başladı yasaklarla.

1990 lar, karışık; bir taraftan çırpınıyoruz, askeri vesayetten kurtulmaya. Öbür taraftan bindiriyorlar. Hâkimlerin Genel Kurmayda brifing alması normal mi? Değil, değil. Kötü örnekler kötü örneklere yol açıyor. Toplum hiç mücadele etmedi, dikkat edin. Mücadele içinde demokrasi barındırmayan kurumdan bekleniyor. Kendi içinde bir demokrasi olmayan bir yapının ülkeye demokrasi getirmesi mümkün olur mu? Bu ne biçim aymazlık, bu ne biçim bir yanlış düşünce. Nasılsa gelir düdüğü çalar. Çalmıyor, çalmasınlar, çaldı çaldı böyle oldu. 1990 da aydın kıyımı. Çünkü topluma birileri bunları söyleyecek. Bunu diyecek olan herkes kıyılıyor.

Geldik 2000 lere. 2000 lerin başında Gazetecilere Özgürlük Platformu toplantı geçen sene oraya Dünyanın sekiz basın kuruluşunun temsilcileri geldi. Yaklaşık iki milyon kişiyi temsil ediyorlar. Aşağı yukarı hepsi cümleyi sarf etti. 2000 lerin başında biz sizi Almanya’yla, İngiltere ile kıyaslıyorduk demokraside. Bu gün maalesef Ortadoğu ile kıyaslıyoruz. İnşallah Ortadoğu ile kıyaslamaya devam ederiz. Afrika’ya doğru gidiyoruz. Bu benim tespitim değil, dünya gazetecilerinin tespiti. Adalet yine işbaşında öç alıyor. Adalet mekanizmasını bir öç alma mekanizması olarak gördüğümüz böyle işlettiğimiz takdirde, öçler yeni öçleri doğurur. Zalimlerin adları değişir, mazlumların adları değişir, mezalim hep aynı kalır. Güç bizdeyken zulme sessiz kalırsak, güç değiştiğinde emin olun öç alınacakların ilk sırasında yer alır.

Nilgün Cerrahoğlu’ndan müthiş bir alıntı yapacağım. Yazının başlığı “Kafes”, birkaç ay önce yazdıydı. Kafes Kahire’de kurulan olağanüstü mahkeme Müberek’i yargılıyor. Mübarek muhalifleri yargıda iken kafese koyarmış, mahkeme içinde. Aynı kafeste şimdi Mübarek yargılanıyor. İki tür bakabiliriz bu olaya “kafese koyan kafese girer” diye yüreğimizin yağları erir. Ama o kafes o mahkemeden kaldırılmadığı sürece sadece zalimler nöbet değiştirir. (Alkışlar) ve sonunda birileri yine birilerinin iplerini çekerek yönetmeye devam ederler. O zavallı ülkenin. Ama güç sizdeyken kafesi kaldırmak başka bir gücü gerektirir. Haksızlık kimden geliyorsa, haksızlığa kim uğruyorsa, yapılanın sadece haksızlık ve hukuksuzluk olduğu düşüncesiyle onun karşısında durur, onun karşısında durmak işte bu zordur. Bunu kendimiz için değil, haksızlığa hiç sevmediğimiz, hiç tasvip etmediğimiz birisi de uğradığında yaptığımız gün ve topluca yaptığımız gün biz demokrasi yolunda müthiş bir ilerleme, müthiş bir adım atarız. Ancak o zaman.

“İLK ÜÇ MADDEYİ DE KALDIRMAK İSTİYORUZ”

Yoksa güç bizdeyken bize yapıldığında ses çıkarmak bu marifet değil. Anayasayı değiştirmeye çalışıyoruz, yeni anayasa diyoruz adına. Geçen gün bir TV programında yeni anayasa için yanıp tutuşan bir siyasi en sonunda şunu söyledi. “Evet” dedi, “ilk üç maddeyi de kaldırmak istiyoruz” dedi. Çıkış şuydu. Yeni anayasa hayır yeni anayasa diyemezsiniz anayasa değişikliği demek lazım. Anayasa diyecek şekilde yapılanmayı sağlamamız lazım ama. Hayır, ne demek istiyorsun? “Efendim ilk üç maddeyi kaldıralım, gerekirse yine koyarız”. Önce kaldıralım, sonra gerekiyorsa yine aynen koyalım, ama bir tartışalım. Cumhuriyetin kurucu iradesine, askeri darbe yapanlar bile ilişmeye cesaret edememiştir. İlk üç maddenin tartışılmasını dahi istemez. O yüzden değişiklik teklif edilmesi dahi yasaktır. Bu askerin getirdiği bir felsefe değildir. Anadolu ihtilalının felsefesidir. Anadolu İhtilalini yapanlar ilk üç maddenin değiştirilmesine teklif dahi edilmesine izin vermemiştir. Çok beğendikleri ABD de akan suları durduran bir söz vardır. Kurucu babalar, işinize geldiğinde Amerika, işinize gelmediğinde başka yer. Ben anlatamıyorsam o felsefeye baksınlar, kurucu iradenin felsefesine dokunamazlar.

Samimiyet testi şu, yeni anayasa deyince; yeni anayasa veya anayasa değişikliği demokratikleşme için yapılıyor, değil mi? İlerleme için yapılıyor hukuk devleti için yapılıyor. DGM lerini kaldırmakta eliniz tutan mı var? Anayasada DGM si olmazsa olmaz diye bir şey mi yazıyor. Dört madde. Birinci madde, Özel Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılmıştır. İkinci madde, soruşturması kovuşturması devam eden işler genel görevli savcılık ve mahkemelere devredilmiştir. Bu kanun yayınlandığı tarihte yürürlüğe girer, bu kanunu Adalet Bakanı yürütür. Dört madde, beş madde değil. Şu dört maddeyi yazmakta elinizi tutan mı var. Samimiyet testidir bu.

Terörle Mücadele Kanunu Balbay’ın, Özkan’ın, Haberal’ın, Engin Alan’ın ve DTP milletvekillerinin tamamen Terörle Mücadele’den yargılanıyor. TMK dikkat edin Balbay eline kalemden başka silah almamış bir kimsedir. Bu nasıl kanundur ki, eline sadece kalem almış bir kişi ile makineli tüfeği ve el bombasını alıp, askerimizi öldüreni aynı maddeye sokabiliyo. Her ikisi de terörist. Sayın Adalet Bakanı diyor ki, “Türkiye’de gazetecilik faaliyeti ile kimse tutuklu değildir” diyor. Çünkü tamamı terörist. Meslekler şunlar, terörist yetiştirenler müthiş bir artış var. Trend gazetecilik yolunda müthiş bir eğilim var. Mühendis, doktor falan yok terörist. Ama önce ön eğitim olarak, ön lisans olarak gazetecilikten geçeceksiniz. Üniversite profesörü olmak önünüzü açacaktır, bu kariyerde kuşkusuz. Avukatlar sizi de göz önüne alıyoruz, 42 sı gözaltına alınıp, 32 si tutuklandığında büyük bir hamle yaptık, yakaladık sizi. Ben merak ediyorum, çiftçiler neden terörist yetiştirmiyor? Eczacılardaki bu basiretsizlik neden! (Salonda gülüşmeler) Evet, Sayın Adalet Bakanımız “Türkiye’de hiçbir gazetecilik faaliyeti nedeni ile zindanda değil”diyor. Evet, Mozambik’te de değil. Hakikaten değil, onlar da terörist diyorlar. Niye İnsan Hakları Listesinde biz Mozambik, Tanzanya ile aynı sıradayız.

Artık bu mızrak çuvala falan sığmıyor, Hamurberger Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri zehir zemberek bir rapor yazdı. Sanırım talepleriniz arasında vardır ki, Yargı Reformu üç sinemalarda paketinin içinde Türk toplumunun en büyük ihtiyacı olan petrol boru hatlarının daha ağır cezalarla sıkıştırılıvermiş. Evet, yargı reformunun içinde (salonda gülüşmeler). Yargı reformu dedikleri şudur:

“Şu duvarda sigara içilmez yazısı var, altına birisi geliyo bir yazı daha çakıyor, “yukarıda sigara içilmez yazısı var ya o kurala uyulsun”. Çünkü kanuna göre tutuklamanın gerekçesini yazılması zorunludur. Şimdi taslakta tutuklamanın gerekçesi vallahi billahi yazılsın yazıyo. (Salonda gülüşmeler). Ama katolog suçlar ki Balbay’ın Haberal’ın, üniversite profesörlerin, avukatların yani kısaca düşünen, yazan, yanlış yapıyorsunuz diye yazan katolog suçlardan katolog suçlara dokunmuyorlar.

Bir beş sene daha “biz reform yaptık” diye oyalamak amacının dışında, bir de petrol boru hatları hiçbir anlamı yoktur. Bir anlamı daha var, Danıştaycıklar kuruluyor, bölge idare mahkemelerine geçecek bundan sonra yetkiler. Ankara idare hukuku, İstanbul idare hukuku, Eskişehir idare hukuku gelecek Osmanlının son döneminin çok hukukundan ibarettir.

Sonuç:

YARGI BAĞIMSIZ DEĞİLDİR, üst mahkemeler de artık bağımlı hale getirilmiştir. Adalet yoktur. Adalet mülkün temeli ise mülk elden gitmek üzeredir. Mülkten kasıt vatandır. Sızlanarak hiçbir yere varılmaz. Hiçbir yapamayız diyerek oturursanız eğer, Polatlı’da Duatepe’de kahramanca aslanlar gibi savaşanlara çok büyük terbiyesizlik etmiş oluruz. Buna hakkımız yoktur, emeklilik düşünenler derhal vaz geçsin emekliliğinden. Mücadeleyi sürdürmemiz gerektiği için emekliliğiniz de askıya alınmıştır. İş yine başa düştü, bu salonda daha fazla genç olması lazım diyorsanız sorumluluk sizdedir. Siyaset tarafından ırzına geçilmiş bir hukukun kendisini iğfal eden yapıyı düzeltmesini bekleyerek kusura bakmayın absurt moronik bir aymazlık içinde olmayalım. Hukun ırzına siyaset geçtiyse düzeltmemiz gereken siyasettir. Ancak siyaset düzelirse hukuk düzelebilir, tek çıkış yolu da bu kalelerin sağlam tutmak kaydıyla ilkeli dürüst kucaklayıcı birleştiren adam gibi siyasettir”.

Not: Sevgili okurlar, bu okuduklarınızı banttan çözerek, gecenin saat 02 sine kadar zorlukla yazıya dökebildim. Sizin okumda zorluk çekmemeniz için, yazı uzadığından, CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in konuşmalarına yer veremedim. Tüm konuşmacılar hukuksuzluklar bu konudaki haksızlık ve çelişkiler konusunda ilginç konulara değindiler. Bunları kısaltmaya gönlüm razı gelmedi, bunları sizinle paylaşmak istedim.

Cevat Kulaksız ckulaksizster@gmail.com.tr

Yorum Gönder

[blogger][facebook][disqus]

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget