Cannes kentinin orta yerinde yükselen bir tepe: Suquet Tepesi. Cote d’Azur yani o masmavi kıyılara yüksekten bakıyor. Tepenin üstünde, e 16. yüzyıldan kalma Notre Dame de L’Esperance kilisesi. Gotik, taş bir yapı. Kale duvarını andıran bir cephesi, etkileyici bir saat kulesi/çan kulesi var. O görkemli cephenin önüne sahne kurulmuş. Sahnenin önünde kat kat yükselen tribünler…
Havanın kararmasıyla, tribünler doldu. Tek boş yer yok. Işıklar söndü. Sahne ışıkları yandı. Ayaklarını sürüye sürüye, üzerine bol gelen ceketi, tribünlere değil yere bakan gözleri, içe dönük tavrıyla, “utangaç bir çocuk” sahneye çıktı.
(Sevgili Okurlar, Aix-en- Provence Festivali dönüş yolunda, bir rastlantı, Cannes’daki müzik festivalinin Fazıl Say resitaliyle sona ereceğini öğrendiğimizde, biletler çoktan tükenmişti. Neyse ki Fazıl’ın yoldaşı Kadir Dursun imdada yetişti.)
Ve işte sahnede Fazıl Say. Başıyla yarım yamalak bir selam verdi ve geçti piyanosunun başına. İlk parça Janacek’in “1 Ekim 1905” Sonatı.
Daha ilk notalarla birlikte o “utangaç çocuk” değişmeye başladı:
Piyanosuyla, konuşa konuşa, anlaşa anlaşa, kavga ede ede, sevişe sevişe, coşa coşa bir transa girdi ve hepimizi o transa soktu.
İkinci parça Prokofiev’in 7. Piyano Sonatı’ydı. (Dikkat: Her iki eser de, savaşa haksızlığa, öldürmeye karşı!) Sonatın son bölümünde, artık “şeytanlaşmaya” başladı. Adeta oyun oynuyordu, yok yok meydan okuyordu ve biz ölümlü dinleyicileri de bu oyuna katıyordu; bizleri de mıknatıs gibi arenaya çekiyor, bizi de o meydan okumanın bir parçası kılıyordu.
Son parça, Mussorgsky’den “Bir Sergiden Tablolar”. Ah işte tam Fazıl Say’lık bir eser. Ezbere bildiğimi sandığım eseri, ondan dinleyince sanki ilk kez dinliyormuşum gibi oluyor. Piyanosuyla bambaşka renkler çıkarıyor ortaya. Tabloları yeni baştan çiziyor, boyuyor. Sınır tanımıyor, kendisiyle yarışıyor. O görkemli gotik taşlara yansıyan ve değişen renkler, ışıklar, piyanodan gelen renkler ve ışık yanında inanın sönük kalıyor.
Son tabloyu da dinledikten sonra, bütün tribün ayağa kalkıyor. Alkış dinmiyor. Dinleyici bırakmıyor, kimse yerinden kıpırdamıyor: Ya beş ya altı kez Fazıl Say “bis” yapıyor. Mozart “Türk Marşı”nın kendi versiyonu; “Summertime” ve “Rhapsody in Blue”nun cazdan çok “Fazıl”casını çalıyor… Dinleyici bırakmıyor, tekrar tekrar istiyor: “Nâzım Oratoryosu”ndan bir bölüm, kendi bestesi bir başka eser… Dinleyici hâlâ bırakmıyor…
Resitalin sonunda tüm dinleyicilere öyle bir enerji yüklemiş ki Fazıl Say, kimse mekânı boşaltmak istemiyor, herkes gülüyor, herkes konuşuyor. (Herkes konseri konuşuyor!) Türkçe duyanlar, “Türk müsünüz?” deyip bizi de (!) kutluyor! Fazıl’a ilişkin müthiş şeyler söylüyorlar! Bizi yüceltiyorlar! Nerdeyse sarılıp öpecekler!
Sevgili okurlar, başlıktaki “Bir gün hepimiz Fazıl Say’a muhtaç olabiliriz!” sözünü, sevilme, okşanma, yüceltilme, onurlandırılma ihtiyacı için söylemedim. Hepimizin buna gereksimi olsa da, salt o nedenle söylemedim… O konserin sonunda Fazıl Say’ın bize verdiği o müthiş enerji, o güç, o güven, o yaşama sevinci için söyledim.
Bunalmış, depresyona girmiş, daralmış toplumlarda, bir değil birçok Fazıl Say’a muhtacız!
Söylemeden geçemeyeceğim: Resitalin sonrasında dinleyicilerden birçoğu Fazıl Say’a “18 Ekim için iyi şanslar” diyordu. 18 Ekim ne mi? Fazıl Say’ın, bir buçuk yıl hapis istemiyle açılan davadan hâkim karşısına çıkacağı gün!
Yorum Gönder