Değerli okurlarım,
Bu sütunda pek reklam yapıldığına tanık olduğunuzu sanmıyorum, ama bugün Cumhuriyet’e övgü ile başlayacağım. Çünkü gazeteden hâlâ keyif alıyorum.
Keyif aldığım yazarların hepsini tek tek sıralayacak değilim.
Bugün yalnızca Emre Kongar’dan söz etmek istiyorum.
Kendisi herkesten bir şeyler öğrenmiş olmakla iftihar eder. Herkesten bir şeyler öğrenmek, iftihar edilecek bir şeydir, öğrenmek yetisi önemlidir, adamı akıllı yapar.
Ben de Emre Hoca’nın kitaplarından, köşe yazılarından çok şey öğreniyorum.
Gazetenin manşetinde ulusal egemenlik kutlamalarının haberi olduğu 24 Nisan günü Emre Hoca’nın yazı başlığı “İlkelliğin Saldırısı, İlkelliğin Egemenliği...” idi.
Toplumumuzda ilkelliğin her yerde saldırı halinde olduğu gözlemiyle başlayan yazı, sonra şu yaşamsal vurguyla sürüyordu:
- İlkelliğin saldırısı önlenemez.
Ardından da en can alıcı bölüm geliyordu:
- Ama ilkelliğin egemenliği önlenebilir. Türkiye’de bugünkü sorun ilkelliğin saldırısı değil, ilkelliğin egemenliğidir.
***
Yazının burasına gelince donup kaldım. Milli egemenliğin 92. yılında ülkemin seçkin bir hocası, aydını artık ilkelliğin egemenliğinde olduğumuzdan yakınıyor, önlenmesi için feryat ediyordu.
O noktada kendi kendime sormaya başladım:
- Milli egemenlik, ilkelliğin egemenliğine dönüşebilir miydi?
- Ulustan çıkan egemenliği ilkel olarak nitelemek mümkün müydü?
- Milli iradenin kutsal olduğu demokraside, ona ilkel demek, kutsala ilkel demek değil miydi?
- Kutsal, ilkel olabilir miydi?
Bütün bunlardan önce, Emre Kongar ilkellik derken neyi kastediyordu, ona bakmalıydı.
Telefon ettim sordum. Emre Hoca burada kastının bağnazlık ve farklılığa tahammülsüzlük olduğunu söyledi.
Burada ilkellik sözcüğünün ne kadar yerine oturduğunu bilmiyorum. Evet bağnazlık ve farklılıklara tahammülsüzlük, ilkel toplumların belirleyici nitelikleri, ama bu tür ilkelliğin daniskasını 20. yüzyılda gelişmiş sanayi toplumu Almanya’da da gördük.
Toplumların yanlış veya doğrularına kendilerinden birileri tarafından da olsa ayna tutulmasından pek hoşlanmadıklarından, biz işin içine Türkiye’yi hiç karıştırmadan Almanya örneği üzerinden devam edelim.
***
Evet, Almanya iki dünya savaşı arasındaki dönemde, bağnazlık ile farklılıklara tahammülsüzlük alanında tarihte eşine rastlanmamış bir rejimi egemen kılmıştı.
Kimsenin şek şüphesi olmasın ki, Hitler’in ve rejiminin arkasında milli irade vardı.
Almanların milli iradesi, Almanya’daki ilkelliğin egemenliğini meşru kılabilir miydi?
Bu olgunun arkasındaki nedenlere gelince:
Nedenin cehalet olduğunu söylemek yanlıştır. Bunların kaynağında ne sefalet var, ne de cehalet. 20. yüzyıl Almanya’sı cahil değildi, eğitimliydi, bilim alanında insanlığa parmak ısırtacak başarılar da kazanmıştı.
Demek ki toplumları eğitmek ve yaşam düzeylerini yükseltmek de, milli iradenin kimi zaman ilkelliğin egemenliğini üretmesine engel oluşturmuyor.
Bütün bunları milli iradeyi küçümsemek, karalamak veya onun önemini azımsamak için dile getirmediğimi söylemeye gerek yok sanırım.
Çünkü milli iradeyi bir yana atarak demokrasi mümkün değildir. Halkı cahil ya da yoksul, onun için doğruyu göremez olarak görerek milli iradeyi tezyif de yanlıştır, ayıptır, üstelik de ahmakçadır.
Ne var ki, bütün bunlar yukarıdaki gerçekleri de ortadan kaldırmıyor.
Yukarıdaki soruların yanıtları o kadar basit değil. Şimdilik, demokrasiye ulaşabilmek için milli irade kavramının da gelişmesi gerektiğini vurgulamakla yetinelim.
Yorum Gönder