Adalet sistemini doğrudan siyasal iktidarın emrine veren 12 Eylül 2010 referandumundan sonra işler iyice çığrından çıktı.
Silivri davalarındaki sorunlar zaten kamuoyunu yeterince tedirgin etmişti.
12 Eylül referandumundan sonra HSYK’nin ve yüksek mahkemelerin iktidar tarafından yeniden düzenlenmesi bu sorunları azaltmadı…
Tam tersine, arttırdı:
Ayları aşan, artık yıllarla ölçülmeye başlanan tutukluluk süreleri…
İddiaların ve delillerin, sanıklardan ve sanık avukatlarından bile esirgenmesi…
İsimsiz ihbarlar, gizli tanıklar…
Nesnel olarak tarih, isim, unvan, adres, görev, şirket adı hatalarıyla sakat olan dijital deliller...
Delillerin tartışılma aşamasının iptali ve doğrudan karar aşamasına geçilmesi…
Derken, avukatların mahkemede hazır bulunması gerekliliğinin kaldırılması önerisi!
***
Bu konuda, 22 Nisan tarihinde Cumhuriyet’te çıkan İlhan Taşcı’nın haberi özet olarak şöyleydi:
“AKP, yargının üç sacayağından biri olan avukatları yargılamanın ‘dışına’ çıkarmaya hazırlanıyor. Ceza Muhakemesi Yasası’nın ‘Duruşmada Hazır Bulunacaklar’ başlıklı 188. maddesine eklenecek tümceyle avukat duruşmada olmasa da sanık hakkında karar verilebilecek. Bu düzenleme, Balyoz davasında avukatların savunma haklarının kısıtlandığı gerekçesiyle duruşmalara katılmamaları nedeniyle yaşanan ‘kilitlenmenin’ aşılmasına yarayacak bir formül olarak değerlendiriliyor. Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, getirilmek istenen düzenlemeyi ‘avukatı dışlayarak şeklen hüküm kurma telaşı’ olarak nitelendirirken ‘Tabiri caizse bildiğini okumaya devam etmektir. Bu da kişiye özel bir kanundur’ dedi.
Türkiye Barolar Birliği, görüşünü soran Adalet Bakanlığı’na verdiği yanıtta, değişikliğin ‘adil yargılanma ilkesine, savunma hakkına ve eşitlik hakkına açıkça aykırı’ olduğuna işaret etti.”
Ankara Barosu Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin, öğrencilerine “Nabza göre şerbet vermeyin” diyen ve bunun üstüne Menderes iktidarı tarafından görevinden alınan efsane dekanı Prof. Turhan Feyzioğlu’nun torunudur.
Ciddi bir bilim insanı ve güvenilir bir hukukçudur.
Türkiye Barolar Birliği de onunla aynı görüştedir.
***
Silivri davalarındaki sıkıntılar artık ayyuka çıkmıştır…
Hukuksuzluk iddiaları ülke sınırlarını da aşmış, bu iktidara desteğini hiçbir zaman esirgemeyen Avrupa Birliği’nde ve Amerika’da bile dile getirilmeye başlamıştır.
Hıncal Uluç, 27 Nisan günü Sabah gazetesinde şu satırları yazmıştı:
“Adalet.. bakanı..
Milliyet’te bir fotoğraf.. İzmit’te bir avukatlık bürosunun penceresinden bir bez afiş sarkıtılmış iki genç kız tarafından. Afişte ‘Füze kalkanı değil, demokratik lise istiyoruz’ yazıyor.
‘Örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt adına suç işlemek’ adı verilen örgütsel suçla tutuklanıp mahkeme edilmelerine karar vermiş savcı. Dört ay sonra ilk duruşmaya çıkmışlar geçen hafta. Ara karar.. ‘Tutukluluk devam ederek 30 Temmuz’a erteleme..’
Yani biri atama bekleyen öğretmen, öteki sınav haklarını kaybedip, sınıfta kalan üniversite son sınıf öğrencisi, daha mahkûm bile olmadan, yedi ay yattılar bile..
Olur.. Şeriat, parmak meselesi..
Ama aynı haftada..
Beşiktaş-Galatasaray maçında sahaya hem de nasıl indiklerini milyonlarca kişinin televizyonda izlediği adamlar ‘Arkamızdan itelediler de düştük’ dediler ve savcılar tarafından, haklarında dava bile açılmadan serbest bırakıldılar..
Şimdi Sayın Adalet Bakanı’nın vicdanına değil, hak, hukuk, adalet duyusuna hitaben soruyorum.
‘Bu ikisinin birden aynı günlerde, aynı ülkede olması, bu ülkenin tüm ceza hukukunu yürütmekle yasal görevli sizde nasıl bir izlenim bıraktı acaba?..’
..Ve sizce benim bu yazım da ‘Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek’ tanımına girer mi?
Ya girerse?..
Hıncal Uluç bu korkuda olursa, ‘Bu ülkede ifade özgürlüğü, bu ülkede demokrasi olduğu’ söylenebilir mi, Sayın Bakanım?”
***
Bilmiyorum, başka söze gerek var mı?
Yorum Gönder