Strauss Kahn, IMF Başkanlığı ve Elysee Sarayı düşlerinin sonu olan skandalla ilgili olarak ilk kez konuştu.
“Mayıs’ta Üç Gün” adı ile piyasaya yeni çıkan bir kitap vesilesiyle Guardian gazetesine ilk defa sessizliğini bozan Dominique Strauss Kahn- DSK - açık biçimde “Sarko’nun komplosuna kurban gittiğini” açıkladı.
Sarko’nun adamları tarafından aylar öncesinden izlemeye alındığını belirten DSK, 2011 Mayısı’ndaki skandalın patlak vermemesi halinde, Cumhurbaşkanlığı yarışına kesin zafer beklentisiyle girmiş olacağını söyledi. O dönemde Sosyalist Parti’nin “alternatifsiz cumhurbaşkanı adaylığı” hesabını yapan Kahn, Elysee planlarının şekillendiği 2011 baharındaki kamuoyu yoklamalarında Sarkozy’den “yirmi puan önde” gittiğini açıkladı…
DSK olayı; insan hakları ve sol-sağ değerlerin anavatanı sayılan Fransa’da siyasetin baş döndürücü irtifa kaybını sergiliyor.
Sosyalistlerin, karizma yoksunu Hollande arkasında seferber olana dek.. bu denli kolay tuzağa düşürülebilecek birine böylesine büyük yatırım yapmış olmaları bir yanda…
Sarkozy liderliğindeki muhafazakârların siyasi mücadeleyi bu kadar aşağılık ve bel altı bir yere çekmiş olması diğer yanda…
Sol ve sağ.. kitle partilerinin “politika” adına verebilecekleri fazla bir mesajları kalmadığını gösteriyor.
Güven kaybı krizi
İşte klasik sol-sağ siyasetin girdiği bu büyük girdaba Avrupa’da “anti-politika” adı veriliyor.
“Anti-politika” ifadesini siyaset jargonuna kazandıran ülke, vaktiyle “faşizm” deyimini de icat etmiş olan İtalya.
“Anti-politika” dendiğinde “siyasi sınıfın imaj, itibar kaybı” anlaşılıyor.
Çok yönlü kaybın nedenlerini yapısal “yozluklar” ve “yolsuzluklar” olduğu kadar, “proje ve fikir fukaralığı” oluşturuyor…
İnsanların tam gerçek liderlere ihtiyaç duyduğu şiddetli ekonomik ve sosyal kriz ortamında, siyasetin inandırıcılığını yitirmesi boşluk doğuruyor.
Sokaktaki adamı tehdit eden ekonomik krize çare bulmak şöyle dursun; kitlelerden kopuk elit yaşantılarıyla gerek sağ, gerek solda yeni bir “kast” oluşturan siyasilere Eski Kıta’da duyulan antipati her geçen gün şiddetleniyor. Bu güvensizlik, siyasetle yurttaş arasında derin bir uçurum yaratıyor.
Öfkelilerin örneği
Bir dizi akım ve oluşum, Avrupa’da bu uçurumda boy veriyor ve giderek yaygın biçimde “anti-politika” etiketiyle anılıyor...
“Anti-politika” dendiğinde ilk önde gelen örnek; geçen baharda, “Democracia Real Ya! / Gerçek Demokrasi Hemen” iddiasıyla sokaklara çıkan İspanya’nın “öfkelileri” oldu.
Madrid’in “Puerta del Sol” meydanını kendilerine mesken edinen “öfkeliler”; düzen partileriyle köprüleri atmak iddiasıyla sahne alıp, lider, ideoloji ve klasik örgütlenme biçimlerini dışlayan yeni bir “alternatif siyaset” ve “düzen arayışına” soyundular.
Ancak okyanusun beri yanındaki “Occupy Wall Street” hareketi gibi, öfkelilerin çıkışı da kısa ömürlü oldu ve geçen güz aylarından bu yana ivme yitirdi…
Irkçılığı besleyen damar
“Anti-politika” ne var ki “öfkelilerden” ibaret değil.
İtalya’da Beppe Grillo adındaki ünlü bir komedyen liderliğinde kurulan ve yüzde 7 civarında oy potansiyeline sahip “5 Yıldız Hareketi” ile Almanya’da oyların yüzde 13’ünü hedefleyen “Piratenpartei / Korsan Parti Hareketleri” hep birer “anti-politika” akımları…
“Ana akım siyasi oluşumlar” dışında konuşlanan bu yenilikçi partilerin hedef kitlesini, “öfkeliler” gibi.. internette baş döndürücü hızla örgütlenen gençler oluşturuyor.
“Anti-Avrupacılık”, “anti-nükleer”, “anti-finans dünyası” gibi.. popüler retoriklere yaslanan bu yeni hareketler; solda özellikle yeşiller ve sosyalistlerin oylarını aşındırıyorlar.
Kıta Avrupası’nın iki büyük ülkesi Almanya ve İtalya’nın aksine, Fransa’daki “anti-politika bunalımı” ise, siyasi yelpazedeki uç partilerin güçlenmesiyle kendisini dışa vuruyor.
Fransa’da sol uçtaki Sol Cephe - Melenchon ile aşırı sağda Ulusal Cephe -Le Pen’in, anti-politika partileri ile çok sayıda ortak yönleri var.
Zıt uçlarda yer almalarına karşın; Fransız aşırı sağı da solu da… Eski Kıta’nın tüm “anti-politika” partileri / akımları gibi, “AB’ye”, “küreselleşmeye”, “siyasete yön veren finans sistemine”, “neoliberal politikalara” baş kaldırıyor.
Melenchon da, Le Pen de.. seçmen için daha korumacı bir ulusal ekonomi istiyor. Le Pen’in ayırt edici farkı, taleplerini, “ırkçılık” sosuyla servis etmesi oluyor. Bu iki “anti-sistem”, “anti-politika” partisi 22 Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda görüldüğü gibi, Fransa’da artık rahatlıkla her üç seçmenden birinin oyunu alabiliyor.
Avrupa’nın kriz kâbusu bitmediği müddetçe, “anti-politika” akımları ve partileri yükselmeye devam edecek. Büyük değişimlere ve çalkalanmalara gebe olan önümüzdeki dönemde, bu oluşumların isimlerini hep daha çok duyacağız.
Yorum Gönder