Evimde yan gelip yatmış, DVD’den film izliyorum. Film ilerledikçe yan gelip yatmam kendiliğinden düzeliyor, daha da ötesi, sanki çivili bir minderde oturmaya başlıyorum, soluğum kesiliyor, canım acımaya başlıyor; hayır daha fazla dayanamayacağım, DVD’yi kapatıyorum, evimin huzurlu sessizliğine dönüp kendimi toparlamaya çalışıyorum.
Boşuna, resmen akıntıya kürek çekiyorum, düğmeye basıp kaldığım yerden filmi izlemeye devam ediyorum. Film cunta yıllarının Arjantin’inde geçen olayları belli bir dramatik kurgu içinde anlatıyor. Film kahramanının karısı ve on dört yaşındaki kızı, askerler tarafından bir gece vakti, bilinmedik bir yere götürülüyor. O bilinmedik yerde pek çok kadın ve genç kız var. Ve o dayanılmaz sahne başlıyor. Gencecik askerler, başlarında bir teğmen, oturmuş kaba saba şakalar yaparak vakit öldürüyorlar. Bir süre sonra teğmen, “Hadi biraz eğlenelim” diyor ve mahkûmlar arasından anne-kızın getirilmesi için emir veriyor. Anne-kız getiriliyor. Annenin kirli saçlarını örten yüzünde taşlaşmış gibi bir ifade var. Sadece on dört yaşındaki kızına sarılmış, askerlerin karşısında öylece duruyor. Teğmen, kadına sesleniyor: “Kızın için askerlerimden bir tanesini seç, sana bu şansı veriyorum.” Kadın hiçbir şey duymuyor, hiçbir harekette bulunmuyor, sadece kızına biraz daha sarılıyor.
Teğmen yeniden emir veriyor: “Kızın için askerlerden birini seç!” Kadın gene yanıt vermiyor, bu kez teğmen kadının yakınına gidip bağırıyor. “Bu da cezanın bir parçası, birini seç!” Kadın o zaman pıhtılaşmış kan izleriyle dolu dudaklarını usulca oynatıp, “Beni seçsinler, ben varım ya” diyor. Teğmen, gülümseyerek, “Bunca zamandır senden sıkıldılar” diyor. “Kızından da ben sıkıldım, hadi birini seç!”
Ve sahnenin sonunda, teğmen adamlarından birinin adını söylüyor ve adı söylenen kişi kızı alıp gidiyor. Sonra hücresinde tek başına anneyi görüyoruz. Çığlık atmaya çalışıyor ama sesi yok. Çığlık, yüzünde donup kalıyor ve dışarıdan ırzına geçilen küçük kızının ve diğer küçük kızların feryatları geliyor.
Benim de kanım donmuş gibi. DVD’yi kapatıp gene derin bir soluk alıyorum. Başka bir zaman, başka bir mekânda izlediğim bir filmde de böyle soluksuz kalıp, kendimi sinemadan dışarı atmıştım. O bir Alman filmiydi, filmde Filistinli mülteci bir ailenin beş yaşındaki kızı kayboluyordu. Baba, kızını deliler gibi her yerde arıyordu ve o kızını ararken, refah toplumu denilen bir toplumun korkunç yalnızlığı, başka kişiler ve olaylar karşısındaki duyarsızlığı, içinden çürümesi elle tutulur bir biçimde akıp gidiyordu.
Ardından bir garajda, bir masanın çevresinde oturmuş bekleyen altı erkek görülüyordu. Erkekler orta yaşlı, kerli ferli adamlardı ve birinin elinde sarı saçlı oyuncak bir bebek vardı. Erkekler bekliyorlardı, sonra adamın biri kucağında kara saçlı, kara gözlü beş yaşında bir kız çocuğunu getirip masanın üstüne koydu ve kız için açık arttırma başladı. Bu arada, elinde oyuncak bebek olan adam, bir yandan sürekli fiyat arttırıp bir yandan göz kırparak küçük kıza bebeği gösteriyor, kız ona doğru baktığında bebeğin saçlarını okşuyordu. Sonunda açık arttırma bebekli adamın üstünde kaldı ve adam küçük kızı kucaklayıp bebeği eline tutuşturdu ve çekip gitti. O an utançtan ölebilirdim. Kızın yüzü aklımdan yıllarca çıkmadı ve her seferinde bu olay bana Nazilerin toplama kamplarına gönderdikleri insanlara dönüş bileti vermelerini anımsattı.
Anlattıklarımdan da anlaşılıyor, yeterince acılı bir pazar geçirmişim. Oysa yaz ışığı usulca boy göstermeye başladı. Nefis bir ilkbahar kapımızda. Ve bu ilkbahar bize hiç umulmadık bir gün bağışlayabilir; hepimiz sokakta olmalıyız, bütün acılarımız için, bütün kaybolan çocuklar için, bütün öldürülen, hadım edilen sevinçlerimiz için olmalıyız. Bu bize kendi dayanma gücümüzü, yaşama sevincimizi bağışlayacak. Hadi!
Benden dört yaş küçük erkek kardeşim, bütün yapmak istediği her şeyi kendi yüreğiyle birlikte bilinmez bir zamana götürdü. Söylediği son söz, “Abla yazmaktan hiç vazgeçme” oldu. Bu nedenle bu bir minnet yazısıdır.
Yorum Gönder