Bir süredir ekonomi yönetimlerinde, medyada, piyasalarda Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi’nin deyişiyle “krizin en kötü aşaması artık geride kaldı” havası egemendi. Deutschebank ekonomistlerine göre, İspanya doğru yola girmişti. Piyasaların dikiz aynasından bakınca Yunanistan’ın şarampolde can çekişmekte olduğu görülüyordu ama olsun, artık sesi duyulmuyordu ya...
IMF Başkanı Lagarde da geçen hafta ortasında Wall Street Journal’la yaptığı söyleşide, krizdeki bu “nefesini toplama” döneminin, ekonomilerin tamir edilmesi için kullanılması gerektiğini, küresel ekonomik büyüme beklentilerini az da olsa yükselttiklerini söylüyordu.
Bu sırada “gerçek dünyada” gelişmeler, krizin “hey, ben hâlâ buradayım” diyerek el salladığını gösteriyordu. Haftanın ikinci yarısı bu gelişmeleri tartışarak geçti.
Borsalardan al haberi
Dünyanın önde gelen borsaları mart ortasından bu yana değer kaybediyor. Örneğin, FT 100 (Londra), 6000 düzeyinden 5600’lere geriledi. S&P 500 ve DJI (New York) sırasıyla 1300 ve 13.300 düzeyinden 12.800’lere düştü. Dax (Frankfurt) 7200 düzeyinden 6500 düzeyine, Nikkei (Tokyo) 10.300 düzeyinden 9600 düzeyine gerilemiş. Aynı dönemde Heng Seng (Hong-Kong) 21.300 düzeyinden, 21.140’a vurduktan sonra haftayı 20.701’de kapattı. Borsalarda geçen hafta yaşanan sert dalgalanmalar, “nefesini toplama dönemi”nin, daha “tamirat” başlayamadan bittiğini düşündürüyordu.
Piyasaların haklı olduğunu söyleyen başka göstergeler de var. ABD’de, işsizlik parası için ilk kez başvuranların sayısında, geçen hafta beklenmedik bir artış yaşandı. Daha önce tüketim harcamalarında gözlenen göreli toparlanmanın tümüyle yeni borçlanmalarla, tasarrufların çözülmesine bağlı ve sürdürülemez olduğu anlaşılıyordu (Bkz: A. Gary Shilling, “Will USA Avoid Recession in 2012”, Bloomberg, 9-12 Nisan yazıları).
Dünyanın bir diğer büyük ekonomisi Çin’de enflasyon oranı artarken büyüme, 2009’dan bu yana ilk kez yüzde 8 düzeyine iniyor, açıklandığı anda gerek emtia piyasalarında, gerekse de mali piyasalarda sarsıntı yaratıyordu. Avrupa Birliği (17) ülkelerinde işsizlik artar, İngiltere’de büyüme oranı negatif alana geçerken son veriler AB’de sanayi üretiminde belirgin bir gerilemeye işaret ediyordu.
Bu koşullarda Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Pascal Lamy, AB’deki yavaşlamanın dünya ekonomisini etkilemesinin kaçınılmazlığına işaret ederek küresel büyüme oranı beklentilerini 2012 için yüzde 2’ye çektiklerini açıklıyordu. Dünya ekonomisinin resesyon sınırı yüzde sıfır değil, yüzde 2.5 büyüme. Demek ki Lamy, dünya ekonomisinin 2012’yi resesyonda geçirmesini bekliyor... Petrol, bakır, diğer temel emtia fiyatlarındaki gerilemeler de bu beklentiyi destekler yönde.
Ya bankalar, ya ekonomik büyüme
Dikkatlerin, aslında, krizin hâlâ burada olduğu gerçeği üzerinde yoğunlaşmasına, İspanyol ve İtalyan devlet borçlanma kâğıtlarının faiz oranlarının, uzun bir aradan sonra yeniden hızla artmaya (kâğıtların fiyatları düşmeye) başlaması neden oldu.
İspanya Maliye Bakanı, GSMH’nin yüzde 4.4’ünde kalması gereken bütçe açığı hedefini tutturamayacağını açıklayınca, Spiegel’in yorumuna göre, Avrupa Merkez Bankası’nın muazzam nakit enjeksiyonunun etkisi tükenmeye, belirsizliğin geri gelmeye başladığı ortaya çıkmıştı.
İspanya, İtalya, Yunanistan, Portekiz, hatta Fransa’da, İngiltere’de ekonomi küçülür işsizlik artmaya devam ederken muhafazakâr hükümetlerin ekonomiyi daraltıcı bütçe, borç ödeme önlemleri siyasi belirsizlikleri de arttırıyordu. The Guardian’dan Lary Elliot’un işaret ettiği gibi, piyasalar bu ülkelere bakınca, ekonomik toparlanma değil, ekonomik önlemlere karşı artan direnişleri, genel grevleri, toplumsal huzursuzlukları görüyorlar.
Sonuç vermeyen, hatta krizi daha derinleştiren ekonomik önlemler, bu önlemlere karşı toplumsal muhalefet, hem piyasalar hem de ekonomi yönetimleri açısından kritik bir ikilemi gündeme getiriyor.
Ama önce Washington Post’tan Robert J. Samuelson’un, Georgetown Üniversitesi’nden Prof. Shambough’a dayanarak birbirini güçlendiren “üç kriz dinamiğine” ilişkin yaptığı özete bakalım. Özet, “kaba iktisadın” sınırları içinde kalmakla birlikte, şu anda yaşanan sıkışmayı açıklamak, değineceğim ikilemi sergilemek açısından yararlı. Birinci kriz, banka krizi: Bankaların sermaye tabanları çok zayıfladı, zararlarını karşılayamayacak düzeylere geriledi. Bu koşullarda yeni kaynak yaratmak, borçlanmak çok zorlaştı. İkincisi, bankaları ayakta tutmaya çalışan devletlerin mali krizi. Üçüncüsü ekonomik büyüme krizi, diğer bir deyişle resesyon/depresyon: Bankalar kredi vermekte isteksiz davrandıkça, devlet, bankaları kurtarmanın maliyetini halka yıkan önlemleri dayattıkça, basınç üretimi, yatırımları olumsuz etkiliyor, işsizliği yoksulluğu arttırıyor. Ekonomik büyümenin daralması, hem devleti borç ödemek için gerekli kaynaklardan yoksun bırakıyor, hem de bankalara borçlu kişilerin, şirketlerin borçlarını ödemelerini zorlaştırıyor. Böylece, bankaların krizi => hükümetlerin mali krizi => ekonominin krizi => bankaların kriz => hükümetlerin krizi.. sürüp gidiyor.
Bu özetin atladığı gerçek şöyle: Krizin aşılabilmesi için, öncelikli (ama yetersiz) bir koşul olarak ekonomideki kapasite fazlasının, batık kredilerin temizlenmesine ilişkin bir “yıkımın” yaşanması gerekiyor. İşte bu noktada karşımıza bankalar ve The Guardian’ın bile görebildiği gibi radikal bir ikilem geliyor:
Ya bankaların ayakta kalması güvenceye alınacak, böylece ekonomik toparlanma yıllarca ertelenecek. Ya da bankaların batmasına izin verilecek, böylece kimi özel sektör kredi kurumları zarar görecek, ama ekonomik toparlanma hızlanacak.
Bu yüzeysel bir “ikilem” ama algının nereye doğru gittiğini göstermesi açısından anlamlı. Yüzeysel, çünkü bankaların batmasına izin vermenin önünde iki güçlü engel var. Bunlardan biri, “yüzde bir” metaforuyla ifade edilen, Citibank’ın bazı raporlarında “Plütonomi” olarak nitelediği, Rhokopf’un “süper sınıf” başlıklı kitabında dökümünü yaptığı, “finans oligarşisi” var. Bu kesim aynı zamanda, devletlerin zirvelerinde, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların, merkez bankalarının yönetim kurullarında, Trilateral Komisyon, Bilderberg, Davos zirvelerinde, diğer bir deyişle, politik karar alma merkezlerinde etkin. İkincisi, bankaların batmaya başlaması halinde toplumda yaşanacak siyasi çalkantıların hükümetleri düşürecek boyutlara ulaşması kaçınılmaz. Bu düğümü çözmek için İskender’in yaptığı gibi bir “kılıç darbesiyle” kesmekten başka çare yok. Bankaları kamulaştırmak yükü de vergilerle, (örneğin Fransa’da solun adayı Melenchon’un 350.000 Avro üzerindeki gelirlere yüzde yüz vergi koyacağım demesindeki gibi) “süper sınıfın” üzerine yıkmak gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, sosyalizmden filan değil, kapitalizmi kurtarmanın bir yolundan söz ediyorum. Ama kapitalist hükümetlerin buna gücü yetmez. Buna yetecek gücü olan hükümetler de bu gücün doğası gereği bu tedbirlerde duramaz. İşte bir “ikilem” daha...
Yorum Gönder