İki yıldır Cumhuriyet’te yazıyordu Bekir Coşkun. Önceki gün tivıtır hesabından bir mesaj attı ortalık karıştı. “Artık yazı yazmak istemiyorum. Oturduğu yerden konuşanlardan bıktım. Yakında izin isterim sizden...” diyordu.
Herkes aynı soruyu sordu:
Yazarlığı bırakıyor mu?
***
“Bu ülkeyi başkası mı kurtardı diyorum düşmanlarından çoğu zaman...
Bu kadar mı vurdumduymaz olur...
Bu kadar mı sağır, kör ve dilsiz...
Her şeyini elinden alırlar da; cebindeki emeğinden çocuğunun geleceğine... Adaletinden, demokrasisinden cumhuriyetine, çağdaşlığına, bütünlüğüne, marşlarına, kahramanlarına kadar, hiç mi sesini çıkarmaz insan...
İşte o zaman...
Hayal kuruyorum; koşup koşup uzun eşek niyetine ve milletim adına, sırtına binmişim bir dürzünün...
Biraz adam olaydım...” diye bitirdiği dünkü yazısına hakim olan “umutsuzluğu” görünce, belki de bu sorunun doğrusu şu:
“Göbeğini kaşıyan adam”ın son eseri “kalemini kıran adam” mı oldu!
Mustafa Balbay’a yeni bir koğuş arkadaşı verildiğini ve artık kendisi gibi gazeteci olan Odatv davası sanığı Barış Terkoğlu ile birlikte kalacağını öğrenince “Aman Nazlı Hanım duymasın” dedim kendi kendime... Müyesser Yıldız’ın cezaevi personelinden şikayeti olmadığını söylemesi üzerine “Bakın hiç de öyle kötü koşullarda kalmıyorlarmış” minvalli bir yazı yazan Ilıcak, Balbay’a da “arkadaş da geldi daha ne istiyorsun” diyebilir pekala!
BASINDAN SEÇMELER
İşte darbeciliğin diğer gülleri...
Basında 12 Eylül’cülüğün tek müsebbibi olarak Nazlı Ilıcak’ı göstermek haksızlık olur
Darbeden sonra ‘muhalif’ bazı gazetecilerin kariyeri düşüşe geçerken yeni dönemin parlayan yıldızı Mehmet Barlas olacaktı elbette o da darbeye hizmetleriyle bu teveccühün borcunu fazlasıyla ödeyecekti. Ercüment Karacan, 12 Eylül’e giden günlerde gazeteyi Aydın Doğan’a satmıştı ve Doğan 1981 yazında Mehmet Barlas’ı, Milliyet’e başyazar yaptı. Barlas, Milliyet’in birinci sayfasındaki Bugün adlı köşesinde 12 Eylül güzellemelerine girişmekte gecikmedi. Barlas,ilk darbesever yazısına “Ey Dünya Kamuoyu” diye başlıyor yazının başlığından “Bizi Anlıyor musunuz?” diye soruyordu: “Ey Dünya Kamuoyu... Türkiye’de devlet, vatandaşları kurtarmaya çalışıyor... Sizler de dünyayı terörden kurtarın ve bizi anlayın...”
‘Şükranımız sonsuz’
Barlas’ın, 12 Eylül’ün yıldönümünde yazdıkları ise, ‘darbe yalakalığında’ bütün meslektaşlarını geride bırakıyordu:
“En yüksek rütbeli komutanından, en kıdemsiz erine kadar, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne şükranımız sonsuzdur. Kendilerine karşı ulusça gösterilen geleneksel özene layık olduklarını, bir kez daha kanıtlamışlardır. Kaybolmuş can ve mal güvenliğini yeniden sağlamışlar, tehlikeye düşmüş olan ülke bütünlüğünü tartışılmaz bir kavram haline getirmişlerdir. Devlete ve ulusa, bundan büyük hizmet olur mu?”
Kendisinin en önemli özelliği her devrin adamı olarak cebini doldurmaya bakmasıydı. Barlas, Ecevit’in yükselmeye başladığı yıllarda sosyal-demokrat, 12 Eylül döneminde koyu Evren’ci, kendisi Turgut Sunalp’i desteklese de, Sunalp kaybedip Özal kazanınca da Özalist olmayı başarmış, bu arada her transfer teklifiyle maaşını biraz daha artırıp kat-yat sahibi olmayı becermişti. Şimdi o katlarda yatlarda, bu kariyeri borçlu olduğu insanları ağırlama zamanı gelmişti. Barlas 1989’un yazında Kenan Evren’i evinde ağırladı. Yüzbinlerce insanın işkencecisi, yüzlercesinin katili olan Evren’le misafircilik oynadı. Tutarlı bir Özalist olan Barlas, Özal’ın 12 Eylül ürünü olduğunu biliyordu ve Özal iktidardan gidene kadar da 12 Eylül’e toz kondurmadı. Yani, Barlas’ın 12 Eylül’ü bir darbe olarak niteleyip eleştirmeye başlaması, Demirel’le birlikte hidayete eren Ilıcak’tan epey sonra gerçekleşti.
Basın 12 Eylül’ün teminatıdır!
12 Eylül basın davasına bir üç numara aranırsa, bu büyük olasılıkla o yıllarda Ilıcak’ların Tercüman’ında yazan Güneri Cıvaoğlu olacaktır. Cıvaoğlu, 12 Eylül’ün birinci yıldönümünde şöyle yazıyordu:
“12 Eylül yozlaşan, sadece bir biçim, bir kof kalıp haline gelen demokrasiye yeniden sağlık, yeniden bir öz kazandırmak amacıyla gerçekleşmiştir. (...) Evet, 12 Eylül 1980’den 12 Eylül 1981’e Türkiye insanı huzuru soluyor... O halde 12 Eylül zorunluluktu, çözümdü.”
Yazımızı, darbeci kalemlerden Rauf Tamer’den bir alıntıyla bitirelim, bakın Tamer, 12 Eylül’de medyanın rolünü ne de güzel özetlemiş:
“Birlik ve beraberlik içindeki Türk basını da, en büyük teminatıdır 12 Eylül ilkelerinin...”
Ahmet Meriç Şenyüz / Birgün
Üç darbenin de kalemşörü olan tek yazar
Darbeci kalemleri sayarken Çetin Altan’a bir bölüm ayırmadan olmaz. Zira Altan, Türkiye tarihinin üç askeri darbesini de destekleyip halen yazarlık hayatını sürdüren bildiğimiz kadarıyla tek isim. Bakın Çetin Altan, darbelerin ardından neler yazmış?
27 Mayıs: TSK sağ olsun!
Önce 27 Mayıs’la başlayalım:
“(...)Bize bugünleri tattıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışılan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsunlar. Kardeş kanı dökülmeden yapılan bu hareketin aynı vakar içinde gerçek demokrasinin temellerini atmasını bekliyor, seviniyor, övünüyor; övünüyor, seviniyoruz.”
12 Mart: Demokrasinin sahte aşıkları yıkılın
Peki ya 12 Mart için yazılan şu satırlar:
“‘Ve Şahmerdan güm diye indi sonunda’Aklıma Demirel’in daha işe başlarken savurduğu, orduya karşı iki yüz bin kişiyi silahlandırma kuru sıkısı geliyor. O zaman tanıdıklara: Sonunda asarlar bu komisyoncuyu, demiştim. Asılmaktan beter şekilde gitti.”
“Demokrasinin sahte aşıkları, yıkılın...”
“CHP Genel Başkan ille de seçimlere gidelim, diyor. Bu kez de seçim kampanyası adı altında orduya sövdürecek, ortalığı büsbütün karıştırıp kendisine karşı çıkılmasının intikamını alacak. (...) Ordu temsilcileri herhalde bütün bu oyunların hesabını yapmakta ve politikacıların kendilerine hazırladıkları tuzakları görmektedirler.”
12 Eylül: Başka
çaresi yoktu
Çetin Altan, 12 Eylül’de o kadar coşkulu değildi. Yine de, önce darbeyi meşrulaştıran şu yazıyı yazmaktan daha sonra da 12 Eylül ürünü ANAP iktidarını canla başla desteklemekten geri durmadı:
“Ordu yönetime geldiği sabah, ben Montpelier’de belediye başkan yardımcılardan bir dostumun evinde misafirdim. Olayı ajans haberlerinden duyarak o bana bildirdi.... Ağzımdan çıkan söz şu oldu: -Başka da çaresi yoktu... ”
Balyoz HSYK’nın başını ağrıtacak
Silivri’de 13’üncü Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 95 sanıklı Birinci Ergenekon davası 20 Ekim 2008 tarihinden bu yana sürüyor. İlk aşama savunmalar Ekim 2011’de bitti ve geçen kasım ayında “delil değerlendirme” aşamasına geçildi. Tam 5 aydır devam ediyor delil değerlendirme faslı.
Keza 12’nci Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Kafes-Poyrazköy davasında da 16 Ocak 2011 tarihinden bu yana, yani tam 15 aydır delil değerlendirmesi yapılıyor.
Hal böyle olunca şu soruları yöneltmemiz kaçınılmaz oluyor: 12’nci ve 13’üncü Ağır Ceza Mahkemelerinin uyduğu bu teamüle 10’uncu Ağır Ceza neden itibar etmiyor?
Hangisinin yaptığı doğru? Buradaki tercihlerden biri doğruysa, diğeri hatalı sayılmaz mı? Özel yetkili mahkemelerin belli usul standartları içinde hareket etmeleri gerekmez mi?
***
Bu konuda görüşlerine başvurduğum Prof. Köksal Bayraktar, delil değerlendirmenin atlanmasının “bugüne dek pek karşılaşmadığı bir durum olduğunu” belirttikten sonra şöyle dedi:
“Usul yönünden hatalı bir durum söz konusu. Büyük, önemli davalarda hâkim mutlaka savunmaya delillerini ileri sürmesi için imkân verir. Bu küçük davalarda bile böyledir.”
Balyoz davasında bu aşamanın atlanması, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin hazırlamış olduğu ve özellikle görevlendirme belgeleriyle ilgili delillerin önemli bir bölümünün sahte olduğu mesajını taşıyan raporunun, keza ABD’den gelen benzer içerikteki bir raporun da ayrıntılı bir şekilde tartışılmasını engelleyecektir. Neresinden bakılırsa bakılsın, önümüzdeki dönemde HSYK’nın da başını çok ağrıtacak
Sedat Ergin / Hürriyet
Rejim devirme metodu
Türkiye sınırında ya da Lübnan sınırındaki çatışma bir anda böyle bir müdahalenin kapılarını açabilir. Seken bir kurşun, bir top mermisi, yönünü kaybeden bir helikopter saldırısı, münferit bir intikam eylemi ya da her hangi bir provokasyon Türkiye ile Suriye’yi savaşın içine çekebilir. Bu, tahmin edilenden çok daha kolay gerçekleşebilir ve müdahalenin meşru zeminini oluşturabilir.
Kim bilir, belki de Suriye’de rejimi devirmenin yolu böyle çizilmiştir. Neden olmasın! Annan Planı öldü. Geriye kurşundan başka bir şey kalmadı.
İbrahim Karagül / Yeni Şafak
Referandumda “hayır” demek 12 Eylül’e “evet” demek değildir
İktidar ve yandaşları “12 Eylül’de referanduma hayır diyenler bugün açılan davaya müdâhil oluyorlar” diyor. Zekânın olmadığı yerde kurnazlık devreye girer.
Biraz aklı olan şunu iyi biliyor; referandumda “hayır” diyenlerin hiçbiri 12 Eylül darbesinin hesabının sorulmasına karşı değildi.
O referandumda halka birbirinden çok farklı 26 madde sunuldu.
“Hayır” diyenlerin aklına ne 12 Eylül darbesinin yargılanması, ne şehit ailelerine sağlanacak olanaklar, ne muhtaç çocuklara yapılacak yardımlar, ne yurt dışına çıkışlardaki engellerin kaldırılması geldi.
Bu referandumun tek amacı vardı. Yargıyı ve yüksek yargıyı tamamen iktidar kontrolüne geçirmek.
“Hayır” diyenler sadece bunlara dikkat çektiler. Diğer maddelerin ise sadece halkı kandırmak için ortaya konduğunu savundular.
Şimdi “Siz darbenin yargılanmasına hayır demiştiniz” diyerek pis pis sırıtmanın ahlâkla, vicdanla, namusla hiçbir ilgisi yoktur. Yapılan en hafif deyimle ayıptır.
Can Ataklı / Vatan
İkiyüzlülüğün resmi
Türkiye’de bütün dizilerde herkes her türlü gayrimeşru ilişkiyi kuruyor. Tecavüz eleştiriliyor derken tecavüz seyrediliyor. Koca dayağı eleştiriliyor derken kocaların hepsi dayak atıyor. İnsanlar dizilerde şiddete, cinsel suçlara, tacize, hırsızlığa, mesleksizliğe, kabadayılığa, her türlü eğitimsizliğe heveslendiriliyor. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu, ‘Dallas’ dizisine dönmüş, bu cezalandırılmıyor. Ben, cezalandırılsın diye söylemiyorum ama sadece biraz adalet.
Okan Bayülgen / Milliyet Cadde
“Türkiye’ye daha çok sol lazım” sözü ile Graham Fuller olsa olsa “canbaza bak!” demeye çalışıyor. Esas muhatabı Recep Tayyip Erdoğan’dır: “Ayağını denk al!”, “Her şeyi kendinden menkul bilme!”, “Yolundan sapma!”
Cüneyt Ülsever / Yurt
Yorum Gönder