Gökyüzünden kovadan boşalırcasına yağmur yağarken, kovayı doldurmak için musluktan su akmasını beklemek insanı gülümseten bir duygu.
Silivri’de günde 4 bölüm halinde
toplam 7 saat su veriliyor. Sabah 07.00’den gece 23.30’a kadar dilimlemişler. Haftalık programı görünür bir yere asmak gerekiyor. Çünkü bir günün programı ertesi güne benzemiyor.
Su yetersizliğine yönetimin yapabileceği fazla bir şey yok. Zira 10 tanelik cezaevi zincirinde toplam 3.500-4000 mahpusun kalması öngörülmüş; altyapı, tesisat ona göre yapılmış. Mahpus sayısı 10 bini aşınca çareyi kesinti uygulamakta bulmuşlar.
Aslında bunun çözüm olup olmadığı da pek belli değil. Bir araştırmada okumuştum, kesinti yapılınca daha çok su tüketiliyormuş. İnsanlar susuz kalma korkusu ile su depoluyormuş. Bizim depomuz banyo kovası ve içme suyundan boşalan 5 litrelik pet şişeler.
***
Haftada 2 gün de 2’şer saat sıcak su var. Fazladan değil, soğuk su saatlerinden ikisi böyle programlanmış.
O iki günün dışında spordan sonra en azından teri atacak bir şeyler yapmak gerekiyor.
Hani derler ya, hapishanelerde çareler tükenmez; kuralların dışına çıkmadan bunun da bir yolu var.
Semaver...
Semaver deyip geçmeyin, hapishanenin en önemli aygıtı o.
Çay yapıyorsunuz, demlik bölümünü kaldırdıktan sonra buharıyla yemek ısıtıyorsunuz, 5 litrelik gövdesinde su kaynarken havuç, biber haşlayabiliyorsunuz, orada ısıttığınız suyla maşrapalı banyo yapabiliyorsunuz.
Bana bir semaver verenin bilmem kaç yıl tutuklusu olurum dense yeridir. Elektrik faturası da demokratik paylaştırılıyor. Tüm aydınlatmalar kurumdan, prizler mahpustan. Ayda bir kez elektrik sayacı okunuyor, bedeli isteniyor.
Buna karşın her koğuşun sadece bir semaver hakkı var.
Geçen gün 5 adıma 14 adımlık havalandırmada spor yaptıktan sonra semaverde su ısıttım. Kova, maşrapa yıkanırken ağzıma havuç tadı, burnuma havuç kokusu geldi.
Şaşırdım... Çeşmeden gelmesi zor. Oradan gelse gelse arada kum gelir. Onun da kötü niyetten olduğunu sanmıyorum, olsa olsa toprak hasretimizi bir ölçüde gidermek içindir...
Derken, anladım... Öğleyin semaverde havuç kaynattığımı unutmuşum. Havuç bir süre haşlandıktan sonra kabuklarından ince ince parçacıklar semaverin çeperine yapışıyor.
Önce hafiften tedirgin oldum. Çok geçmedi tersine döndü.
Süt banyosu oluyor da havuç banyosu niye olmasın. Belki havuç banyosu sütten daha yararlı. Yağ oranı sıfır.
Havuç banyosunun keyfini çıkartırken aklıma avuçlarımızda sararma olunca doktorun söyledikleri geldi. Neler yediğimizi sordu, havucu sayınca, “Tamam” dedi, “havuç sarartır.”
Tabii buradan hamam mantığı yürüttüm, acaba havuç banyosuyla vücudum da mı sararacak?
Yoksa ben doğal solaryum mu buldum!..
Neden olmasın... Arşimet de hamamda tas yüzdürünce her şeyi taslamamış mıydı?
Hem buluşumun hem banyonun tadını çıkartırken şarkısı da güzel oldu:
“Havuçlarımda hâlâ sıcaklığın...”
***
O günden beri ne zaman havuç haşlasam, gülümseyip kendi kendime mırıldanıyorum:
“Acaba semaveri iyi yıkamasam mı?”
İnsan nerede olursa olsun gülümsemek için bir neden bulmalı.
İnsan ruhunun, insan yüzünün iklimi gülümsemek. O iklimle yaşam sevincini, yaşam direncini çok daha güçlü kılabilirsiniz.
İnsanlarla iletişim için de en uygun iklimdir.
Gülümsemek iki insan arasındaki en kısa mesafedir.
Hiç kimse yoksa bile, insan gülümsemeyi kendisinden esirgememeli.
Hem...
Gülümsemek, direnmektir!..
Mustafa Balbay/Cumhuriyet
Yorum Gönder