Kasım 2013
Abbas Güçlü Ahmet Tan Alev Coşkun Ali Eralp Ali Sirmen Ali Tartanoğlu Alican Uludağ Altan Öymen Arslan BULUT Ataol Behramoğlu Atilla Kart Aydınlık yazarları Ayşenur Arslan Barış Yarkadaş Bedri Baykam Bekir Coşkun Bilim Teknik Bozkurt Güvenç Burak H. Özdemir Bülent Soylan Can Ataklı Can Dündar Celal Şengör Cengiz Önal Cengiz Özakıncı Cevat Kulaksız Ceyhun Balcı chp Coşkun Özdemir Cumhuriyet yazarları Cüneyt Arcayürek Çiğdem Toker Deniz Kavukçuoğlu Doğan Kuban Dr. M. Galip Baysan Dünya haberleri Ece Temelkuran Eğitim Ekonomi Emin Çölaşan Emine Ülker Tarhan Emre Kongar Erdal Atabek Erdal Atıcı Eren Erdem Ergin Yıldızoğlu Erhan Karaesmen Erol Manisalı Ertuğrul Kazancı Ferhan Şensoy Fırat Kozok Fikret Bila genel Gündüz Akgül Güner Yiğitbaşı Güngör Mengi Güray Öz Gürbüz Evren Hakkı Keskin Hasan Pulur Hayrettin Ökçesiz Hikmet Çetinkaya Hikmet Sami Türk Hulki Cevizoğlu Hüner Tuncer Hüseyin Baş Işık Kansu Işıl Özgentürk İlhan Cihaner İlhan Selçuk İlhan Taşçı İnci Aral İrfan O. Hatipoğlu İsmet İnönü Kemal Baytaş Kemal Kılıçdaroğlu Köşe Yazıları Kurtul Altuğ Kürşat Başar Levent Bulut Levent Kırca Leyla Yıldız lozan Mehmet Ali Güller Mehmet Faraç Mehmet Haberal Mehmet Halil Arık Mehmet Türker Melih Aşık Merdan Yanardağ Meriç Velidedeoğlu Mine Kırıkkanat Miyase İlknur muharrem ince Mustafa Balbay Mustafa Mutlu Mustafa Sönmez Mümtaz Soysal Müyesser Yıldız Necati Doğru Necla Arat Nihat Genç Nilgün Cerrahoğlu Nuray Mert Nusret Ertürk Oktay Akbal Oktay Ekinci Oray Eğin Orhan Birgit Orhan Bursalı Orhan Erinç Ömer Yıldız Özdemir İnce Özgen Acar Özgür Mumcu Öztin Akgüç Rıza Zelyut Rifat Serdaroğlu Ruhat Mengi Sabahattin Önkibar Sağlık Saygı Öztürk Selcan Taşçı Serpil Özkaynak Sevgi Özel Sinan Meydan Siyaset Soner Yalçın Sözcü yazarları Spor Süheyl Batum Şükran Soner Tarım Tarih Tayfun Talipoğlu Tekin Özertem Tülay Hergünlü Tülay Özüerman Tünay Süer Türey köse Türkiye Türkkaya Ataöv Uğur Dündar Uğur Mumcu Utku Çakırözer Ümit Zileli Vatan Yazarları Video Yakup Kepenek Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Öztürk Yazı Dizileri Yener Güneş Yeniçağ yazarları Yılmaz Özdemir Yılmaz Özdil Yurt Yazarları Yüksel Pazarkaya Zeki Tekiner Zeynep Göğüş Zeynep Oral Zulal Kalkandelen

Merhaba Bakırköy Hapishanesi’nin C9 koğuşundan yazıyorum size. Ben de suçu büyük olanlardan biriyim. En büyük suçum umuda tutunmak, halkıma inanmak ve zulmün karşısında kurulan barikatta saf tutmak...

Gezi’yle başlayan halk ayaklanmasında suçu büyük olanlar arttı. Ancak AKP iktidarının korkusu da boyutlandı. İktidar halkından korkar mı? Sırtını halkına dayamamışsa korkar, halkının iktidarı değilse korkar. Çocuklarımızın elindeki taştan da, teyzelerimizin elindeki sapandan da korkar. Keza korkuyor da...

Size Emine Teyze’den bahsetmek isterim. Önce televizyonlara, gazetelere yansıyan resimleriyle tanıdık onu. Sonra Gülsuyu’nda çetelerle, uyuşturucuyla gençlerimizin özelinde mahallelerimizin yozlaştırılmasına, kirletilmesine karşı çıkarken gördük onu. Yüzünü kapattığı başörtüsü ve elindeki sapanıyla...

Bakmakla yükümlü olduğu bir kardeşi var Emine Teyze’nin. Birçok rahatsızlığı var. Ama hiçbiri onun sokağa çıkıp hakkını aramasının önünde engel olmadı. 53 yaşında. Ethem’lerin beyni sokağa akarken, Ali İsmail’lerin katilleri korunurken, palalılar serbest bırakılırken, 14 yaşındaki Berkin ölüme karşı dişlerini kenetleyip direnirken o duramazdı. Hiçbir şey yokmuş gibi yapamazdı, sırtını dönemezdi. Dönmedi de. Belki birçok şeyi yapamazdı ama eline sapan alıp halka düşmanca saldırılara karşı dimdik durabilir, safını belli edebilirdi. O da bunu yaptı. Direnenlerin safındayım diyerek Taksim direnişinde bir halka oldu.

21 yaşındaki Hasan Ferit, devlet güdümlü çetelerin kurşunlarıyla hayatını kaybederken, o evinde duramazdı. Bir kere yüreği kaldıramazdı hiçbir şey yapmamayı. Elikolu bağlı durmak ona göre değildi.

İşte o Emine Teyze yani Emine Cansever, bir gün evi basılarak gözaltına alındı ve tutuklandı. O günden bu yana onunla aynı koğuşu paylaşıyorum. Neden tutuklandı?.. Çünkü aslında AKP, basına yansıyan resimlerin intikamını alıyor... Onun üzerinden halka gözdağı vermeyi amaçlıyor. Senin yüreğinde korku tohumu ekip onu büyütmek istiyor. Çünkü biliyor ki korku, beyni ve yüreği sardı mı o kişinin eliayağı bağlanır. Çaresiz, savunmasız kalır.

Emine Cansever savunmasız değildi... Yüreğiyle, beyniyle direndi. İşte tam da bu nedenle İçişleri Bakanı Muammer Güler tarafından hedef gösterildi. Diyor ki Güler, “Demir bilyeleri atan sapanlı teyze. O sapanlı teyze de dün gözaltına alınanlar arasında. Sapanı kime atıyordu acaba, kuş mu avlıyordu acaba? Orada polise atılan taş toplumun düzenini hedef alan bir taştır.”

Abdullah Cömert’in, Ali İsmail Korkmaz’ın, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Ethem Sarısülük’ün analarına sorun kimin düzeni bozduğunu. Kör bırakılan onlarca gencimize sorun. Gözaltına alınan, ayaktakımı, çapulcu diye aşağılanan halka sorun.

Emine Teyze örnek olmasın diye tutuklandı. Mahallesine, insana ve insanlığa sahip çıkılmasın diye tutuklandı.

Şimdi Emine Cansever’e ve direnenlere sahip çıkma sorumluluğu var hepimizin omzuna. Çünkü ödenen her bedel, yüreği halkla atan, ezilen her kesim ve herkes içindir.
Siz de anlatmalısınız Emine Teyze’leri, Berkin’leri ve daha nicelerini... Anlatmalısınız ki zulmün hükmü son bulsun... Ellere takılan kelepçelerle verilmek istenen mesaj boşa çıksın...

Seval Yaprak Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi C9 Bakırköyİstanbul 

Kaynak:Cumhuriyet

İller Bankası’ndan, çoğu davet yöntemiyle ihale verilen müteahhitlere otomobil aldırıldığını, bu otomobillerin önemli bir bölümünün “hizmet” amacıyla değil, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın seçim bölgesinde, banka ile ilgisi olmayan kişilere tahsis edildiğini Sayıştay raporuna dayalı olarak açıklamıştık. Rapordan sadece küçük bir bölüm almıştık.

Türkiye’nin ne hale geldiğinin bilinmesi açısından belirtiyorum, gazetemizde bu skandalın yazıldığı gün, bu yazının devamının da gelebileceğini bilen İller Bankası yönetimi karar aldı. Çalışanlara internette gazetemizin erişimi yasaklandı… Helal olsun size! Bize bu yaptırımı uygulayan yöneticilerin, raporu hazırlayan Sayıştay için de bir yaptırımı olacak mı?

Ne oldu genel müdürlük binaları

Ankara Opera Meydanı’nda, İller Bankası’nın aktifine kayıtlı olan, biri 11, diğeri ise 7 katlı genel müdürlük binaları bulunuyor. Bunlardan 7 katlı olanının yıkımı tamamlandı. 11 katlı olan bina ise boşaltıldı ve oranın da yakında yıkımına başlanacak.
Yıkılmasına bir şey demiyoruz. Ancak, madem 11 katlı olan binayı yıkacaktınız, bir yıl önce milyonlarca lira harcama yapılarak tepeden tırnağa niçin yenilettiniz? Bu kadar harcamayı yıkacağınız bina için yapmaya nasıl gönlünüz, vicdanınız el verdi? Milli servet niteliğindeki binaların önce onarımının yapılması, ardından da yıkımı vicdanlarınızı sızlatmıyor mu?

İşi lojmana taşıdılar

Genel müdürlük için Çankaya’da yeni bir hizmet binası yaptıracak ya da kiralayacak. İller Bankasının adına, şanına yakışan çok lüks bir bina olacakmış… Devlet öyle bir lükse düşmüş ki hemen her bakanlıkta en çok yapılan tamirat-tadilat ve yeni binalar. İller Bankası hiç geri durur mu? Genel müdürlük binalarını boşaltan İller Bankası’nın bugün nerede olduğunu merak ediyorsunuzdur. Daha önce lojman olarak kullanılırken üç ay önce tahliyesi gerçekleştirilen, Ankara Macunköy’deki lojmanlarda şimdi çalışmalar sürdürülüyor. Buradan da yeni kiralanan ve iç kısımları ilave masrafla banka tarafından yapılan bir binaya taşınılacak.

Banka yöneticileriyle, cami yöneticileri aynı

Ülkemizde 90 bin civarında cami bulunuyor. Her yıl ortalama 5 bin yeni cami yaptırılıyor. İller Bankası’nın Opera Meydanı’ndaki kıymetli genel müdürlük binası yıktırılınca, orada hemen temeller kazılmaya başlandı. İller Bankası binasının yerine cami yapılmasına karar verildi. Önünde her gün 100 binlerce kişinin geçtiği cami alanının etrafı yüksek perdelerle çevrildiği için içerdeki çalışmanın ne olduğu bilinmiyor. Dahası bir tabela da asılmamış.

İller Bankası Yönetim Kurulu Başkanvekili Ahmet Arslanoğlu’nun ve üst düzey bazı yöneticilerin cami yaptırma ve yaşatma derneğinin de yöneticiliğini yaptığını belirtelim. Bu cami çok çabuk yapılır. Çünkü, parası müteahhitlerden çıkacak. Tabii onlar da babasının hayrına bu yardımı yapmıyor. İller Bankası’ndan davet usulüyle kendilerine büyük ihaleler veriliyor. İhale bedelinin yüzde 20’si kendilerine avans olarak ödeniyor. Bazı müteahhitlerden öğrendiğim, daha avans verilmeden cami derneğine ne kadar yardım yapılacağının da pazarlığı yapıldığıdır. Bankada işinizin yürümesi, bundan sonra ihale alabilmeniz, hak edişlerinizin zamanında ödenmesi için sizin de cami inşaatına yardımda bulunmanız gerekiyor. Ne de olsa bankanın yönetim kurulu başkanvekili ile cami yaptırma derneğinin yöneticisi aynı kişi…

Müteahhit “yardım yapmıyorum” diyebilir mi? Peki, müteahhit bu parayı her halde cebinden vermiyordur? O da davet usulüyle aldığı ihalede camiye yapılacak yardımı da mutlaka hesaba katmıştır. Cami gibi kutsallığı hiç bir şekilde tartışılmayacak mekanların böyle şaibeli uygulamalara konu edilmesi utanç verici bir durum değil mi?

Yasaya aykırı temsil giderleri

Söz İller Bankası’ndan açıldığına göre, bankanın 2012-2013 dönemine ait Sayıştay raporundan bir bölüm okuyalım:

“Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nün yazısına rağmen, 27 Şubat 2013 tarih ve 7/143 sayılı Yönetim Kurulu kararıyla da, 31 Mart 2006 tarihinden bu yana olduğu gibi yasa hükmüne aykırı uygulamaya devam edilmesi yönünde karar alınmıştır. Bu kapsamda, farklı pozisyonlardaki toplam 126 personele 1 milyon 297 bin TL tutarında harcama yetkisi verilmiştir. Ayrıca, aktif görevden alınıp müşavir kadrosuna atanan ve üzerlerinde herhangi bir aktif görevi olmayan 8 personele de temsil ve ağırlama yetkisi kullanma izni verildiği görülmüştür.”
Üst düzey yöneticilerin ve misafirlerinin yemek, çay, kahve, meşrubat masraflarının da toplamı 1 milyon 225 bin lira olduğunu öğreniyoruz. Afiyet olsun beyler…

İkisi de Atatürk düşmanı, ikisi de dini siyasete alet eden çıkarcıdır.
İkisi de teokratik bir İslam diktatörlüğü kurmak istemektedir.
Birisinin babası cami imamıydı.
Diğeri ise İmam hatiplidir.
İmamın oğlu, peygamber soyundan geldiğini iddia eder.
Hoşgörü ve barış mesajları vererek ılımlı bir cemaat lideri portresi gösterir daima..
Yasal bir konuma gelmek için partiler üstü siyaset izlemeye çalışmakta, hiçbir siyasi lideri karşısına almadan doğrudan siyasetle ilgilenmiyor gözükmektedir.
Nurculuk Tarikatı yolu ile yıllardır Türkiye Cumhuriyetini yıkmak için çalışmış, faaliyetlerinden ötürü çeşitli zamanlarda yargılanarak tutuklanmış, hapis yatmıştır.
Sonunda Amerika’ya kaçmış, oradan faaliyetlerini sürdürmüştür.
Açtığı okullarda, Işık Evleri ve dershanelerde, vakıflarda beyin yıkar kendi amaçları doğrultusunda öğrenci yetiştirir.
Günümüze gelene dek Atatürk ve rejim düşmanı bir taban oluşturmuş devletin tüm sistemlerine girmiştir.
Diğeri, yani İmam hatipli, yasal yollarla devletin başına geçmiş, geçmeden önce Atatürk cumhuriyetini yıkmak için yemin etmiştir.
İkisi de farklı yöntemler gütseler de aynı yolun yolcusudur.
Hedefleri laik Atatürk Cumhuriyetini yıkmaktır.
Bir zamanlar can ciğer dosttular,
Şimdilerde ise, düşman kardeş oldular.
21.06.2012 tarihinde ODA TV de Erdoğan’dan Fethullah Gülen’i bitirme çağrısı başlıklı yazısında Ahmet Nesin güzel bir analiz yapmıştı.
 “2008 yılında yazmışım. Gülen’in beraat ettiğinin ertesi gün “Erdoğan iktidarda olduğu sürece Fethullah Gülen Türkiye’ye gelemez. Çeşitli bahaneler bulunur, yeni dava açma olasılıkları bile çıkar…” diye yazmıştım. Diyor.
(Gülen bundan ötürü Türkiye’ye dönemiyor ve okyanus ötesinden talimat veriyor Ahmet Nesin bunu açıkça anlatıyor.)
Yazar şöyle devam etmişti;
Savcılığın MİT çıkarmasıyla beraber onlar da ikiye bölündü. Sonunda AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan son tümceyi söyledi ve Fethullah Gülen’e “Türkiyeye dön…” çağrısını yaptı. Bu çağrı tartışılıyor şimdi ve herkes iyi tarafından bakmaya çalışıyor. Oysa Erdoğan’ın bu çağrısı kendisine göre çok akıllı bir taktik. Erdoğan, Gülen’in Türkiye’ye gelemeyeceğini biliyor. Çünkü Gülen şu anda gelirse kendisini bitirir ve bütün ağlamaklı, salya sümük, iğrenç karizmasını bitirir.

Bunun nedeni Gülen’in Erdoğan gibi aktif siyasetçi olmamasından kaynaklanıyor. Yaptıkları işte Gülen’le Erdoğan tam anlamıyla rakip değiller. Fethullah Gülen, Erdoğan’ın istediği yarı başkanlık ya da tam başkanlık sistemini istemiyor. Daha doğrusu ABD bunu istemiyor çünkü Erdoğan aldığı bütün oyları kendisinin sanıp megalomaninin son aşamasına gelmiş durumda. Ne zaman ki kendi inisiyatifinde sandığı emniyet ve adliye ekiplerinin kendi elinde olmadığını, bunlara artık tamamıyla Gülen’in hakim olduğunu gördü, Erdoğan, Fethullah Gülen’e karşı da gürlemeye başladı.”
Evet, bende yazarın bu sözlerine katılmaktayım ne var ki Erdoğan’ın 2004 yılında MGK’da Fetullah Gülen cemaatini bitirme planını imzaladığı ortaya çıktı. “İmzaladık, ama yürürlüğe koymadık” demeleri onları kurtarmamalıdır.
Sen, ben kavgası ile ve çeşitli senaryolarla Nihai hedefe ulasana kadar, her yöntem ve yol mubahtır” dan yola çıkarak Türkiye’yi bu hale getirip masum, şerefli insanları zindanlara kapatanlardan hesap sorulmalıdır.
Affedilecek bir olay değildir bu çünkü.
Vatanımız kimlerin eline kalmış açıkça görülmektedir.
İşte bundan ötürü Atatürk’te birleşmeliyiz. Tek kurtuluşumuz, tek çaremiz budur.

TC.Tünay Süer

Dünyaya örnek olacak İleri demokrasimizden! Söz edildiğinde bendeniz tebessüm etmekten kendimi alamıyorum. Bunun nedeni ağır aksak yürüyen dinsel ağırlıklı demokrasimizi izlerken siyasi tarih düşünürlerinin demokrasi aleyhindeki görüşlerinin gözümün önüne gelmesidir. Mesela Siyasi düşünce aleminin ilk üç dev ismin görüşleri şöyleydi: ünlü Yunan düşünürü Sokrat; “Kollektivist” bir sistemi savunurken, Platon: “Isparta aristokrasisini” savunuyordu. Aristo ise en iyi yönetim şekli olarak “Monarşiyi” savunurken, yönetimleri günümüzdeki anlayışa çok yakın bir şekilde şöyle sıralamıştı:
 “Tek kişinin yönetimi krallık (Monarşi), bunun bozulmuş şekli Tiranlık. Azınlığın genel yararı korumak için kurduğu yönetim Aristokrasi, bunun bozulmuş şekli Oligarşi. Çoğunluğun yasalar çerçevesinde kurduğu yönetim Politeia, bunun bozulmuş şekli de Demokrasi’dir.” (1)

Bu ifadelerden anlıyoruz ki eski Yunan’da üç büyük ismin (Sokrat, Eflatun ve Aristo) Demokrasiyi tutmamaktaydılar.(2). Demokrasiye karşı olan bir başka isim Alkibiadesti.  Peleponez savaşlarına doğru Alkibiades: “Demokrasiye gelince, çılgınlık olduğu tespit edilmiş bir şeyi, tartışmaya ne lüzum var” diyerek tartışmak bile istememişti.(3)
Egemenlik olarak adlandırdığımız, devlet yönetimini düzenleyen o büyük Güç”ün tanımını ilk defa ortaya koyan Fransız hukukçusu Jehan Bodin;   1576’da yayınlanan “Devlet Üzerine Altı Kitap (Six Livres de la Republique) adlı eserinde kralın haklarına temas ederken, Demokrasiye çatmadan geçemiyor ve görüşlerini şu sözlerle dile getiriyordu: (4)
      “Demokraside egemenlik bir çoğunluğun elindedir. Çoğunluk ise, en iyi durumda bilgisiz, budala ve duygularına kapılan bir güruh olup yıldan yıla değişir.”
J. Bodin böylece insanların eşit olmadıklarını ve Demokraside öbür yönetim biçimlerinde olduğundan daha az özgürlük bulunduğunu belirterek, demokrasi fikrini bir yana atmaktadır. Üyeleri arasındaki kavgalar ve kıskançlıklar sonunda kesinlikle ortadan kalkacağına inandığı Aristokratik Devleti de tutmamaktadır. Ona göre düzeni yalnızca Monark sağlayabilir ve ondan başka kimse bir birlik duygusu yaratamaz(5).
J. Bodin, Monarşi savunmasını Tanrıya değil, eşyanın özelliğine dayandırırken, İngiltere’de I. James basılı eserlerinde “Kutsal Hak” kavramını işliyor ve 1598 yılında başladığı kuramcılığında, kralın Tanrının vekili olduğunu ve “Monarşinin Tanı’nınkine en yakın hükümet biçimi” olduğunu ileri sürüyordu(6).
Ünlü Voltaire’in de “Aydınlanmış Monarşi”yi desteklediği bilinmektedir. “Demokrasi ancak çok küçük bir ülke için uygun bir şeydir” demekte, eşitliliğe inanmamakta ve herhangi bir Parlamento biçimine tam bir güven beslememektedir.
 “Tek bir insanın tiranlığı ile çoğunluğun tiranlığı arasında farklar vardır... Hangi tiranlığın altında yaşamak isterdiniz? Hiç birinin. Fakat eğer ben seçme olanağı bulsam, tek bir insanın tiranlığını çoğunluğun tiranlığına yeğ tutardım. Bir despotun iyi olduğu anlar vardır, ama bir despotlar topluluğunun hiçbir zaman yoktur(7)
Bilindiği gibi Montesquieu İngilizlerin sırrının “Kuvvetler Ayrılığı” prensibi olduğuna inanmıştı. Yasama, Yürütme ve Yargı fonksiyonlarının birbirinden ayrı tutulmasının gerekli olduğuna inanıyordu. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri Kurucuları tarafından adeta putlaştırılmış gibiydi(8).
Jan Jack Rousseau, insan mutsuzluklarının en fazla birey ile toplum arasındaki sürtüşme ve çatışmalardan kaynaklandığını düşünüyor ve bu mutsuzlukların çoğundan toplumu sorumlu tutuyordu. “Şayet insanlar kötü ise bu kötü terbiye ve ortam onları bozduğu içindir. Felakete yol açan, bozuk toplumsal düzenlemeler, adaletsiz konular, despot idarelerdir. İnsan tabiatı gereği iyidir. Şayet insan, kötü şartlar tarafından bozulmasaydı, tabii iyiliği ile eşitlik ve adalete dayalı özgür bir toplum kurulabilirdi. Rousseau, yaklaşık iki asır önce yayınlanan iki kitabını da bu düşünceden hareketle yazmıştı. “Emile” şu cümleyle başlıyor: “Tanrı her şeyi iyi yarattı, insanların dokunmasıyla her şey kötüleşti.”, “Toplumsal Sözleşmenin” ilk bölümü de şöyle başlıyor: “İnsan hür doğdu, bugün ise her yerde zincire vurulmuş halde...” (9)
Günümüzde “Demokrasi” kelimesi ile ilişkilendirdiğimiz pek çok fikir, Kuzey Amerika, İngiltere, Fransa ve hatta Latin Amerika’da Tom Paine (1737-1809) sayesinde tanınmıştır. Şu sözler onun temel görüşlerini yansıtmaktadır.
 “Hükümet bir milletin işlerini idare etmekten başka ne olabilir ki? O, bir kimsenin yahut bir ailenin mülkü değildir, tabiatı gereği olamaz da. Tüm topluma aittir. Her ne kadar güç ve hile ile gasp edilmiş ve babadan oğula geçer hale getirilmiş ise de bu gasp, doğruyu değiştirmez. Hâkimiyet, bir şahsın değil, milletindir; uygun bulmadığı hükümeti kaldırıp onun yerine çıkarına, mizacına ve tabiatına uygununu kurmak, bir milletin en tabii ve elinden alınmaz hakkıdır. Her vatandaş iktidarın bir üyesidir ve hiçbir şahsi bağımlılığı, itaati kabul edemez, ancak yasalar karşısında boyun eğer... İktidarın veraset yoluyla elde edilmesi sistemi, insan aklına olduğu kadar insan haklarına da aykırıdır; saçma olduğu kadar adaletsizdir. (10)
Bütün bu tartışmalara rağmen Demokrasi, özellikle 20nci yy.dan sonra çok gelişmiş ve gelişmek isteyen bütün toplumlar için vazgeçilemez bir tutku halini almıştır. Bize göre de belirtilen bazı mahzurlara rağmen Demokrasi özgür insanlar, erdemli insanlar rejimidir. Bu özgürlük tanımının başına  “Dinsel Özgürlüğü” koymak gerekir. Sandık başına giden özgür birey her türlü maddi, manevi, Irksal ve Dinsel baskıların etkisinde kalmadan kararını ve oyunu vermelidir. O zaman o ülkede sağdan- sola 180 derecelik açı içindeki bütün siyasi görüşler değer bulur ve Cumhuriyet ve Meşrutiyet yönetimleri sınırlı bir görüş içinde kalmaz, Demokratik sistem belirli kesimlerin değil, bütün Ulusun mutlu bir şekilde yaşamasına imkân verecek şekilde gelişebilir. Sözlerimizi ünlü bir siyasi düşünürün Demokrasi konusundaki görüşleri ile noktalamak istiyoruz.
       “Demokrasi, insan haklarının yazılı anayasalarla teminat altına alınmasından sonra süratli bir gelişme göstermiştir. Yirminci yüzyılın başında hiçbir siyasal ideal, demokrasi ideali kadar sağlam bir biçimde yerleşmiş görünmüyor.”(11)
          
 DİPNOTLAR:

(1) Toktamış  Ateş,Demokrasi,. s.30–31( İstanbul–1976); C.Northcode Parkinson: Siyasal Düşüncenin Evrimi, s.165-166 (Çev. M. Harmancı, Remzi Kitabevi, İstanbul)
       (2)  Eflatun, Devlet-III, s.64 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara–1946)
(3)    A.D. Lindsay, Demokrasinin Esasları, s.2 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara–1973)
(4)    Turhan Feyzioğlu: Türk Milli Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olan Millet Egemenliği s.3 (TTK Ankara–1987)
(5)  C.N. Parkinson, age. s.77–78
(6)    Voltaire’s Philosophical Dictionary, London-1929
(7)    C.N. Parkinson, age. s.82
(8)    David Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, s.107 (Political İdeals, Şule Yayınları, İstanbul–1966)
(9)    Aynı Eser, s.122–123
(10)  Aynı Eser, s.130–131
      (11) Edward Mc Nall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler, 1850-1950, s.3 (Ankara-1984)

Dr. M. Galip Baysan

Dersaneler kalsın mı, kapatılsın mı; bu kavga tabela değiştirmekle bitmez; amaç ne eğitimsel ne bilimseldir. İktidarda kalma kavgasıdır. İktidar da sürtüştüğü takım da aslında “dindar ve kindar nesil” peşindedir. Bu kavgayı ussal, bilimsel olandan başka doğru tanımayanlar bitirecektir! Umut, ayaklandı bir kez! Atatürk’e ve Türk Devrimine inananlara selam olsun! 

Dersane Kavgasının Amacı Eğitim mi? - Sevgi Özel
Dersane bileşiği Arapça “ders”le Farsça “hane” sözcüklerinden oluşmuştur. “Hastane, eczane, postane, pastane” benzeri bileşiklerin çoğunda olduğu gibi “dersane”de de “hane”nin “h”si söylenmez ve yazılmazken ortak (resmi) dilimiz Türkçeyi ve yazım birliğini bozan Başbakanlığa bağlı TDK’nin yönlendirmesiyle MEB, dersaneleri uyarmış, “dershane” yazımı yeniden tabelalara yerleşmiştir. 1950’lerden bu yana her iktidarın, dahası MEB’nin başına geçen kişilerin uydurduğu kurallarla eğitimde izlenceler bilimsel veriler yok sayılarak tabela değiştirir gibi zırt pırt değiştirilmektedir. “Dersane”yi “dershane” yazmayı beceri sanan, dilin ve eğitimin bilimi olduğunu göz ardı edenler, anlık değişiklikleri siyasal çıkar için yapmaktadır. Doğallıkla siyasal çıkar, dersane gerçeğinde olduğu gibi kaymaklı başka çıkarlara da dönüşebilmektedir; siyasal çıkarın oltaya takılan ilk kurbanları da her dönem çocuk ve gençlerdir.

Politikacılar suçludur
Tarikatları, “cemaat”leri toplumun gerçeği diye sunan yaşayan, yaşamayan bütün politikacılar için çok şey söylenebilir; şimdi susup izleyenler de eğitim sistemini, doğallıkla ülkeyi bu karabasana sokanlar kadar suçludur.

Basının yansıttığı hükümetcemaat kavgasının hiçbir noktasında ussal ve bilimsel doğru yoktur; bu nedenle basının büyük bir bölümü de bu karanlık gidişe su taşımaktadır. En şaşırtıcı olan da üniversitelerden çıt çıkmamasıdır.

Düne dek laik Cumhuriyetle hesaplaşmak için el ele olanların, bir anda saç saça kavgaya tutuşması hiç şaşırtıcı değildir; çünkü amaç çağdaş okullar, özgür üniversite yerine, inancın dibine dek sömürüleceği kara postları kapmak, post üstünden “fetva”larla laik Cumhuriyeti din devleti yapmaktır!

Bizler öğrenciyken büyük kentlerde bir iki dersane vardı; ailesinin durumu elverenler matematik, İngilizce gibi dersler için ya dersaneye gider ya özel ders alırdı. Nüfus çoğaldıkça, yurttaşın gelir düzeyi düştükçe, sınıf farkı derinleştikçe devletin eğitime bakışı da sığlaştı.

Siyasilerin oyun bahçesi
Bütçeden eğitime ayrılan pay gülünç denecek ölçülerdeydi; doğallıkla devlet eliyle açılan boşluklara “aklı özgür, vicdanı özgür” yurttaş yetiştirmek değil, “mürit” üretmek olanlar yerleşti. Eğitim kurumları siyasilerin oyun bahçesi, Cumhuriyetin öğretmenleri sevilmeyen kişi oldu. Sözümona eğitim parasızdı; 1970’lerin sonundan 80’lere gelindiğinde öğrenci avlanacak kuş; öğretmen limon satmak zorunda kalan devlet memuruydu.

Çağdaş, laik eğitimden hoşnut olmayanlar okullarda örgütleniyor, imam hatip okulları, türban ve Kuran kursu kavgasını tırmandırıyorlardı.

1970’lerin ortasında eğitim enstitülerinden bir buçuk iki ayda mezun edilenler okulların ve yeni açılan üniversitelerin yönetim kadrolarına yerleştirildi; sözde milliyetçilerle dindarlar subaşlarını tuttu. 12 Eylül’ün asıl darbesi eğitime ve öğretmenlere indi; solcu bilinenler sokağa atıldı; bir bölümü dersanelere katılarak, gizlice ders vererek yaşamını sürdürdü. 12 Eylül ülkenin sol damarını kesmiş; dinciırkça sağa kan pompalamıştı. Devlet desteğiyle palazlanan dinci, ırkçı kişi ve kurumlar, dersane ve özel okullarda örgütlenmeye yöneldiler.

Albenili adlar
Halkın yoksullaşması, çocuk ve gençlerin umarsızlığı işlerini kolaylaştırıyordu. Albenili adlarla süsledikleri onlarca dersane ve okul açtılar. Yurtiçi ve dışında inancı kullanarak varsıllaşan, artık açık açık adı anılan “cemaat” hedefi büyütmüştü; ama önündeki en büyük engel laik eğitimdi. Cemaatin yurtiçi ve dışında nasıl varsıllaştığını Uğur Mumcu gibi aydınlar kanıtlamıştı. Dinciler çok kazanıyor, kesenin ağzını açarak yoksul çocukları avlıyor; elini veren geleceğini kaptırıyordu.

Bilgisayar varsıl evlerine girmeden yoksul çocukların kucağına verilmişti; çocuk ve gençler “ışık”lı evlerde, yurtlarla kamplarda eğitiliyordu. Atatürk, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı, Türk Devrimi kirletilerek ezberletiliyor; genç beyinler laik Cumhuriyetle hesaplaşmaya koşullandırılıyor, isteseler de içine itildikleri ussal, bilimsel ve sanatsal olanı yok sayan yeşil çemberden çıkamıyorlardı. İnsanın içini görerek doktor, uğradığı haksızlığı bilerek hukukçu oluyor; rektör, milletvekili seçiliyor; ama usu, inanca teslim ettiklerinden özgürlük için ayaklanan, öldürülen, şiddet gören gençler için bile ağır konuşuyor, hukuk dışılığa sığınabiliyorlardı.

Dersaneler kalsın mı, kapatılsın mı; bu kavga tabela değiştirmekle bitmez; amaç ne eğitimsel ne bilimseldir. İktidarda kalma kavgasıdır. İktidar da sürtüştüğü takım da aslında “dindar ve kindar nesil” peşindedir. Bu kavgayı ussal, bilimsel olandan başka doğru tanımayanlar bitirecektir! Umut, ayaklandı bir kez! Atatürk’e ve Türk Devrimine inananlara selam olsun!

Dershane savaşlarının tozu dumanı arasında belki son yılların en önemli tartışması araya kaynamak üzere. Gündem yorgunu ülkemizin son on yılının -belki daha geriye gitmek gerek- tüm önemli siyasi, adli olaylarını ilgilendiren bir buzdağının küçük bir kısmı yeniden görünür oldu.
Önce biraz teknik bilgi; ülkemizde iletişimin takibi, tespiti, kayda alınması (kısaca telefonların dinlenmesi ve takibi diyelim) iki şekilde olur.
Birincisi; adli dinleme. Kolluk ya da doğrudan savcılık bir suç soruşturmasında telefonların dinlenmesini talep eder. Hakim bu yönde karar verirse, kararı savcılık yerine getirir. Dinleme ve tespit işlemini, yetkilendirilmiş kolluk görevlileri, TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) aracılığıyla yerine getirir. Yazıya dökülmüş konuşma tutanakları ve sair bilgiler savcıya, gerektiğinde hakime iletilir. Soruşturma sonunda suç olmadığı anlaşılmaz ise telefonları dinlenen kişiye, telefonlarının hangi süreyle ve hangi gerekçeyle dinlendiği tebliğ edilir. Suç oluştuğu kanaati oluşur ve iddianame düzenlenirse telefonu dinlenen kişi, iddianamenin tebliğiyle dinlenildiğini öğrenir. Adli dinlemede süreç kabaca böyle. Yalnızca bir mail ihbarının bile dinleme kararına gerekçe oluşturması, son çare olarak başvurulmama, dinleme yasağı olan akraba ve avukatların telefonlarının dinlenmesi, tebligatların yapılmaması gibi bir çok aksaklık ve hukuksuzluk var.
İkinci yöntem ise önleyici/istihbari dinleme. Burada ise MİT, Emniyet ve Jandarma ortada bir suç ve suç ihbarı olmasa bile oldukça belirsiz, hatta keyfi diyebileceğimiz kriterleri gerekçe göstererek dinleme yapabiliyor. Dinleme talebi, savcılık aracı kılınmadan doğrudan özel yetkili mahkeme hakimine ulaştırılır. Hakim talebi yerinde görürse, verdiği kararı talep eden kurum yine TİB aracılığıyla yerine getirir. Hatta acele hallerde bu kurumların yetkili kişileri de -sonradan hakim onayına sunmak koşuluyla- dinleme kararı verebilir. Ama adli dinlemede farklı olarak dinleme kayıt ve konuşma tutanakları hakim incelemesine tabi tutulmaz. Hatta süre uzatımında dahi hakimin dinleme içeriğini öğrenmesi sözkonusu olmaz.
Medya bir kaç gündür MİT’in yaptığı bazı önleyici dinlemelerde, telefonların gerçek kullanıcılarının değil uydurma isimler ve suçlamalarla, hatta kod adlarıyla dinlendiğini yazıyor. Bu durumun vehameti dillendiriliyor. Hatta HSYK pek cevval davranıp inceleme başlatmış. Her yerde bir hukuk hassasiyeti ki o kadar olur!
Bu hassas kurum ve gazetecilere başka bir dinleme skandalını hatırlatmanın tam zamanı.
Ergenekon türevi soruşturmalardaki dinleme skandalları değil kastım. Onları saymaya köşe yetmez! Ama nedense bu kod adıyla dinleme olayı daha önce gündeme geldiğinde aynı kişi ve kurumlar kıllarını kıpırdatmamıştı. Bunu isteyen dershane savaşları sonrası konjonktüre bağlasın, isteyen başka hesaplara. Ben size A1-5 ve A2-5 cihazlarından bahsedeyim. Bu cihazlar kendilerini mobil telefon şebekesine baz istasyonu olarak tanıtıyor ve etki alanındaki iletişim bu cihazlar üzerinden geçiyor. Daha gelişmişleri de var. Bunlar kolluk tarafından kullanılsa bile, kanuna aykırı dinlemeler. Çünkü hakim kararı alınmıyor/alınamaz.
Meclis’te kanun dışı dinlemeleri araştıran komisyonda ve komisyonun ziyaret ettiği tüm kurumlarda istisnasız her yetkiliye, “bu tarz cihazların emniyette olup olmadığı ve bunlarla yapılan dinlemelerin tespitinin mümkün olup olmadığı soruldu”. MİT, Emniyet, Jandarma, Adalet Bakanlığı, TİB... Bilen kimseye rastlamadı komisyon. Ta ki emekli Emniyetçiler Emin Arslan ve Sabri Uzun dinleninceye kadar.
Her ikisi de bu ve benzer cihazların isimlerini, hatta nereden alındıklarını, kamu eliyle yapılan kanun dışı dinlemelerin nasıl kolaylıkla açığa çıkarılabileceklerini anlattılar. Medya da kısa haber olarak yer aldı ama, ne savcılar ne de HSYK harekete geçti. Bu cihazlara yönelik emniyetin verdiği yazılı cevap ise: “sahte baz istasyonu... gibi cihazlar birimlerimizin envanterinde bulunmamaktadır”!
Ama Milliyet’ten Tolga Şardan’ın ve Akşam’dan Soner Arıkanoğlu’nun haberine göre emniyetin elinde bulunan bu cihazlardan bir tanesi “kayıp” olmuş. Bu cihazın “paralel istihbarat” tarafından kullanılmasından kuşkulanılıyormuş.
Bu tartışma önümüzde büyük bir fırsat doğurmuş durumda. Siyasetin dizayn edilmesinden tutun, özel hayatlarına ilişkin bilgileri deşifre etme tehdidiyle istifaya zorlanan kamu görevlilerine kadar çok önemli bir çok olay aydınlığa çıkarılabilir. Başta Reyhanlı patlaması, Hrant Dink cinayeti, Danıştay saldırısı ve Malatya Cinayetleri olmak üzere, bir çok suçun tüm yönleriyle açığa çıkması sağlanabilir.
MİT’in kod ismiyle gazetecileri dinlemesi buzdağının görünen kısmıdır.
Sadece MİT’in değil, bu yetkiye sahip Emniyet’in de 2005 yılından bu yana yaptığı önleyici dinlemeler, telefon numaralarıyla mutlaka açıklanmalıdır.
Görelim bakalım hangi katiller takip altında iken, hangi cinayetleri işlemiş. Kimler göz yummuş...


Bu sözleri AKP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Arınç söylemişti.(Ne demekse?)
Bende diyorum ki şeyini şey ettiğim adaleti!
Ulan, senin adaletin bu mu dünya?
Hâlbuki ne dünyanın ne de adaletin suçu var değil mi?
Çünkü ikisi de biz insanların yaptıkları ile kirleniyorlar.
Gündemi oluşturan birçok konu varken bu defa Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Amerika’ya gitmesi başlıca gündem oldu.
Daha önce G.Başkan Yardımcısı Loloğlu’nun13 Ekim’de Akşam Gazetesi’nde yayınlanan beyanatında, “Ziyaret çerçevesinde bizim istediğimiz düzeyde temas planlamasını yapamadık. Bu çerçevede ABD’ye yapılacak Kasım ayı veya daha sonrası için bir gezi gündemimizden düşmüş durumdadır. Yani net bir şekilde söyleyebilirim ki, Sayın Genel Başkanımız ABD’ye gitmeyecek” demişti.
Kılıçdaroğlu’nun halen sır olan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Frank Ricciardone ile Ankara’da bir otelde baş başa bir görüşmesinden sonra katileşti demek ki!
Güle güle gitsin güle güle gelsin demek düşer bize de.
Ne var ki gidiş için akreditasyon listesini hazırlayan Kılıçdaroğlu’nun yeni medya danışmanı! Aydın Ayaydın’la birlikte, Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu!
 “bence bilinçli olarak “Sözcü, Halk TV, Ulusal Kanal, ve Aydınlık’ı, hatta Oda TV i es geçmekle
kocaman ayıp ettiler.
Ayıbıda bırakın, kamunun doğru bilgilenmesini engellemeye kalktılar.
Halkın gerçekleri tüm açıklığı ile öğrenip bilgilendiği, maddi sorunlarını büyük fedakârlıklarla karşılayan topu topu iki kanalımız var.
Ambargo koyar gibi bu ne iştir?
Bunu zaten AKP yapıyor,  onu anlayabiliriz ama ya CHP’nin yapmasına ne denir?
CHP yaptıkları ile halkı şaşırtmaya devam ediyor.
Keşke CHP silkelenip aslına dönse halk değil ama düşmanlar şaşırsa.
Keşke CHP Cumhuriyet devrimine ve Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik saldırılara karşı dik durarak halkın partisi olabilse.  
                                                     ***
Kamer Genç’e neden sahip çıkılmaz?
Adı Hüseyin Aygün veya Sezgin Tanrıkulu olmadığı için mi?
O koskoca mecliste tek başına muhalefetin babalığını yapan bir milletvekilidir.
Haksız yere iktidar tarafından az mı hırpalanmıştır? Aslanlar gibi Atatürk’ü, cumhuriyeti savunan bir kişidir.
Evet, bir hatası oldu kabul ediyorum. Cumhuriyet tarihi ile adı Tunceli olan ilimizin yeniden Dersim olması için imza vermişti.
Bunun için pişman olduğunu kaç kez dile getirdi. Ona karşı suçlar gibi tavır bundan ötürü müdür?
Ne yapmış?
Ne demiş te partisi sahip çıkmıyor.
Başta sayın genel başkanı 'Kamer Genç'in bir kadına yaptığı müdahale doğru değil. Kamer Genç'e yapılan polislerin müdahalesi de doğru değil. İki yanlıştan bir doğru çıkmaz ”Demiş.
Bence böyle konuşmak Kamer Genci suçlamakla eşdeğerdir.
Japon Milli Günü resepsiyonunda devlet adına konuşma yapan Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’a, “Sen hangi sıfatla burada konuşuyorsun” diye sormuş.
Haaa! Acaba şöyle mi demeliydi sizce;
“Muhterem hanımefendi, sayın başbakanımızın değerli eşi, acaba siz burada yüce kişiliğinizle devleti temsilen mi konuşuyorsunuz?
Affedersiniz efendim, haberim yoktu da, bağışlayınız lütfen. Merakımı mazur görün.”
Haydi, canım oradan Allahaşkına!
Bülent Bey mecliste Güldal Mumcunun odasını bastığında, AKP Tokat Milletvekili Zeyit Aslan’ın
Meclis Genel Kurulu'nda CHP Milletvekili Kamer Genç'e ağır küfürler ettiğinde, gazeteci kadınlarımıza uyuyan fotoğraflarının çıkmasına tepki olarak, "Sizin bacak aranızı çekip yayınlarım"
Dediğinde kendi partisinden tepki almamıştı. Daha bunlara benzer nice edepsiz sözler, hakaretler AKP li vekiller tarafından ortalıkta uçuşup duruyor.
Ben şahsen şimdiye kadar kaç başbakan gördüm ama gittiği her yere yedi sülalesini taşıyan bir tanesini hatırlamıyorum.
Ulan diyen başbakanı bilmiyorum.
CHP’yi yerden yere vuruyor  genel başkanına yalancı diyor, boyu, posu ile uğraşıyor, Atatürk ve İsmet İnönü’ye demediğini bırakmıyor, resmi kurumlardan TC.ler kaldırılıyor ne yazık ki CHP kıyametleri kopartmıyor ve kayıkçı kavgasından öte gitmiyor.
Kamer Genç doğru bir soru sormuş keşke sen diyeceğine siz deseymiş ama adamın bir linç edilmediği kaldı ya!
Kamer Genç'e hem sözlü hem de fiziki saldırıda bulunan bakan ve darp eden korumalardan hesap sorulmalıdır. Bunları neden söz konusu etmiyor CHP?
Biz kendi adamımıza sahip çıkmazsak kim çıkacak? (Allahtan halk sahip çıkıyor ona. )
CHP olarak biraz gerçekleri görün lütfen üstünü örtmeye kalkmayın, suçlu duruma düşürmeyelim kendi kendimizi.
Sata sata neyimiz kaldı acaba?
CHP’nin içinde canla başla memleket hayrına çalışan vekillerimizi gönülden kutluyorum. Bakınız
ODA TV’nin haberine göre CHP Muğla Milletvekili Tolga Çandar, “Iğdır Ovasının tamamını, Harran Ovasının yarıdan fazlasını İsrailliler satın aldı. Türkiye’deki ekili alanlarımızın önemli bir bölümünü İsrailliler satın alıyor. Karacahisar Köyünün o termik santralin yapılacağı yerden Bodrum’a kadar olan arazinin birileri tarafından satın alındığını öğrendik” Diyor.
Vah benim ülkem vah!
AKP sayesinde ne kara günler yaşar olduk.
Kanla, irfanla alınan topraklarımız kapanın elinde kalır oldu.
Bir yandan Barzani efendinin barındırdığı, Kandil’de yuvalanan PKK tehditler savurup duruyor. İç savaş çıkartırız diye.
Atatürk’ün düşlediği Türkiye bu muydu?
Vatanı bu hale getirenler ve yandaşlık yapanlar utanmaları varsa biraz utanmalıdırlar.
Tarih onları asla affetmeyecektir.

TC.Tünay Süer

“Beşiktaş”taki “60. Sessiz Çığlık” eyleminde ülkenin “bölünmesi” ne, “parçalanması”na dolaysiyle sınırların değişmesine karşı durup; böylece, “görev”lerini yaptıkları için suçlanarak tutuklanan komutanlarımızdan “Dz. Kur. Kd. Alb. Bora Serdar”ın eşi “Melek Serdar”, uygulanan inanılması güç “adaletsizliği” vurgularken, “Başbakan Erdoğan” da “Diyarbakır” da “Kürt lider Barzani”ye “Bu denli beklemiyordum!” dedirtecek “müjde”ler veriyordu.

Kendisine ilk kez, “Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim Başkanı” diye sesleniyor; ardından da “cetvelle çizilen ‘sınır’lar”dan söz ediyordu.

 “Erdoğan”ın bu “Kürdistan” ve “çizgi sınır” söylemiyle iyice coşan Barzani: “Ben bugün sevinçler içinde kaldım!” diyecek, “Başbakan”a neredeyse bin bir kez teşekkür edecekti.

Çünkü “Barzani”, “Kürdistan” adının ve “Osmanlı Devleti”nin “güneydoğu” sınırını belirleyen “çizgi sınır”ın “Sevr Andlaşması” ile dünyaya duyurulduğunu bilir sanırım.

“Sevr”in çizdiği bu sınırla, “Diyarbakır” ve “Maraş” illeri “Osmanlı”da kalmış; “Antep”, “Urfa” ve “Mardin” ise oluşturulan “Suriye, Irak, Mandat” yönetimlerine bırakılmıştı. (Mad: 27)

İşte bu “çizgi sınır”, “Sevr” ile yaratılmak istenen bağımsız “Kürt Devleti”nin “güney” sınırını oluşturur ki, “Fransa” ile “İngiltere”nin bir tür sömürgesi olan “Suriye” ve “Irak”tan böylece hiç toprak alınmayacaktı.

Bu durumda, bu devletin doğrudan doğruya “Osmanlı” topraklarında “kurulması” istendiği, kararlaştırıldığı apaçıktır, ayrıca “Diyarbakır” da Osmanlı’da kaldığına göre... (Bilmem ki, “BOP”u ve Diyarbakır’ın “yıldız” olma projesini anımsamalı mıyız?)

Böylece yaratılmak istenen “Kürt Devleti”nin “Türkiye”nin “Güneydoğu” bölgesinde kurulacağı, “İngiltere”nin başını çektiği “Emperyalist Güçler”ce “Sevr” üzerinden bütün dünyaya duyurularak “temel”i atılır. (10.8.1920)

Ne var ki, “Sevr”in imzalanmasından üç buçuk ay önce “Mustafa Kemal”in önderliğinde “Ankara”da açılan “Büyük Millet Meclisi” (BMM) ve oluşturulan “Türkiye BMM Hükümeti”, bu “Meclis” in “48.” oturumunda “Sevr”in kabul edilemeyeceğini “Türk Milleti”ne ve “İslam” âlemine bildirmeye karar verir, kuşkusuz, onca “Kürt” kökenli “milletvekilleri”yle birlikte. (14.8.1920)

Ne ki bu kadarcık “birliktelik” bile emperyalistlerin canını sıkmaya yeter; “Kürtler”i kışkırtarak “Koçgiri” başkaldırısını düzenlerler...

Ama isyan başlar başlamaz “Doğu Vilayetleri”nden Meclis’e “birlik” telgrafları yağmaya başlar; örneğin: “Kürtler’in mukadderatı ‘Türk’ün mukadderatiyle tevemdir (bağlı); (...) Biz ‘Kürtler’, ‘TBMM Hükümeti’ dahilinde ‘Kürtlüğün’ ayrı bir unsur olarak telakkisini hiçbir zaman işitmek ‘istemediğimizi’ arz” ederizle başlayan ve “İzoli, Aluşlu, Bariçkan, Bükler, Cürdi, Zeyve, Deyükkan” gibi aşiretlerce imzalanan telgraflar yığılır... (17 Mart 1921, 8. Oturum)

İşte bu “birlik”teliğe Başbakan Erdoğan da, Barzani ile “Diyarbakır” buluşmasında yaptığı konuşmada değinir. (16.11.2013)

 “93 yıl” önceki “TBMM”de, “Türk, Kürt, Arap, Laz, Gürcü, Çerkes, Boşnak”ların nasıl el ele verdiklerini ve şimdi de “YENİ” bir “Türkiye”nin “kuruluş”u için bir arada olduklarını belirtir...

Ne var ki, Başbakan Erdoğan konuğuna, aramızdaki “sınır cetvelle çizilmiş” ama merak etme, çünkü “Atatürk”ün önderliğinde kurulan “Türkiye”nin yerine artık “Yeni Türkiye”yi oluşturuyoruz dese de dahası konuğunun sarığındaki “konfeti”leri bir bir toplayıp temizlese de, hiçbiri “para” etmeyecek, “Mesud Barzani”nin “canımlı, kardeşimli, teşekkürlü” konuşması sürerken, partisi “KDP” tıpkı Erdoğan’ın dediği gibi “Kurdistan” diye adlandırdıkları ve “Güneydoğu ve Doğu”dan “22 ili”mizi içeren “harita”yı yayımlayıverecekti...

“Sevr”de oluşturulması istenen bağımsız “Kürt Devleti”ne, “Türkiye”den hangi bölgelerin hangi “vilayet”lerin (iller) katılacağı yani “sınır”ın nasıl oluşturulacağı belirtilmemişti; işte bu sınırı geç de olsa(!) “93 yıl” sonra “Kürt lider Barzani” üstelik “Türkiye’nin Başbakanı” ile sarmaşdolaş, el ele tutuşurken “ 22 ili”mizi de içine alarak çiziyor...

Sözün kısası, “Barzani” “Yeni Kürdistan”ı oluşturuyor, “Erdoğan” da “Yeni Türkiye”yi...

Yazının başlığına gelince; Atatürk’ün “Büyük Söylevi”nden (1927) alınma; “günümüze uyar mı uymaz mı” birlikte düşünelim diyorum...Yarın, bulunduğumuz illerdeki “Sessiz Çığlık” eylemlerine katılalım; kuşkusuz “yasal çerçevedeki” eylemlere de! “İstanbul Sessiz Çığlık” da, “62.” eylemiyle “direniş”ini sürdürecek, “saat 13.00” te “Beşiktaş”ta!

Yapının tümünün müzesel nitelikte bir koruma altına alınmasından başka her çözüm idam fermanıdır. Binayı bir cam kafes içine koyup gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını yaratmak tek çözümdür.. Yarın sabah deprem olacakmış gibi bütün taç kapıları ahşapla askıya alıp, olası bir depremde onulmaz bir yara almaması çok önemli bir sorunluluktur... Cami, alarm veren bir evrensel değerdir. Susmak bir suçtur. 

Profesyonel yaşamımım yarım yüzyılı Divriği Külliyesi ile yoğruldu. 48 yıl bu yapı üzerinde çalıştım. Divriği Mucizesi (1999) ve Cennetin Kapıları (2010) adlı kitaplar, makaleler, koruma raporları yazageldim. 1967 yılında Michigan Üniversitesinde bütün bir yaz sömestrinde doktora yapan öğrencilerime Divriği taş oymalarını anlattım. 1967’de külliyenin rölövesini yaptık. 2011 yılında İTÜ’de olağanüstü bir Divriği sergisi bir yıl sergilendi ve bu sergi dünyada dolaştı. Elli yıldır Cennet Kapısı imgesi olan Kuzey taçkapısının eşsiz bir yontu sanatı başyapıtı olduğunu dünyaya duyurmaya çalıştım.

27 Ekim’de de Divriği Külliyesi’ni (n)inci kez görmeye gittim. Aradan geçen elli yılda, devletin giderek artan ilgisi ve para yardımına karşın, yapının durumu giderek kötüleşmiş ve daha çok tehlike içeren bir duruma girmiş. Yıllardır sözde uzman kurullarca kontrol altında olan yapının dünyada eşi olmayan taş yontu bezemesi büyük bir hızla yok oluyor. Cahil bürokrasi ve deneyimsiz ve bilgisiz uzmanlar yapının çoktan saptanmış tarihini öğrenmeden projeler üretiyor. Bu yapıyı çağdaş bir tutumla kurtaramamak toplumun hâlâ uygar olamamasının en büyük kanıtlarından biri olacaktır. Bilgisizliği kanıtlayan bir kültür suçu işlediğimizin farkında mıyız?

 Divriği’nin eşsiz kıble kapısı, anlayışsızlık yüzünden doğaya mağlup oluyor. Doğal malzemenin dayanma sınırındayız. Hürrem Şah’ın ilahi yontusu kaya parçalarına dönüşüyor. Hava etkilerine hâlâ açık. Yontusal ayrıntıları birkaç milimetrelik hassas darbelerle biçimlenmiş bu dev kapı bezemesi, her şeyi bildiklerini sanan kimi uzman ve bürokratların tantanalı proje ve sözlerine karşın erimeye devam ediyor.

Hürremşah’ın yontusunun aklaşmış bir kayaya dönüşmesini önlemek için hemen dış hava etkilerinden uzaklaştırılması gerekiyor. Doğa bürokrasiyi beklemez.

DEHANIN AZ BULUNUR ÜRÜNÜ
Bu dünyada eşi olmayan başyapıtın tutkulu bir tarihçisi olarak Hürremşah’ı dünyanın en büyük yontucuları arasında kabul ediyorum ve doğa sevgisinin en büyük temsilcilerinden biri olarak da yüceltiyorum. Bu yapıt sadece saklanacak bir mücevher değil, bu her an koklanacak ölümsüz bir çiçektir. İnsan dehasının az bulunan bu ürünü güzellik saçıyor ve aydınlatıyor. Sanattan anlamayanlar bile, onu sırlı buluyorlar. En duyarsız insanlar taşın bir el oyası gibi işlenmesinden etkileniyor.
Bu kapının ‘Cennet Kapısı İmgesi’, sanatçının Asya tarihindeki bütün sonsuzluk imgelerini burada toplamış olmasından kaynaklanır. Taçkapının iki yanındaki palmetler doğadan esinlenmiyor. Sanatçı, cennette adını işittiği ağaçları simgelemek istiyor. Bu palmetlerden kurulu ve taçkapı çevresinde bir çelenk oluşturan sanal hayat ağaçları Yakındoğu arkeolojisinde, Mezopotamya’da Ur’daki kral mezarlarından bu yana bilinen, Hitit örneklerinde bir ağaç ve üzerinde bir güneş motifi ile gösterilen, Sasani imparatorlarının kaya mezarlarının girişlerinde büyük palmetler olarak görülen ve ya şamın sonsuzluğunu simgeleyen ‘hayat ağaçları’ dır.

Taçkapının iki tarafında üç katlı bir düzen içinde, her katı üç palmet sırası ve onu taçlandıran bir güneş diskinden oluşan bu simgesel ağaçlar, kapı çevresinde bir çelenk oluşturuyor. Bu dokuz kat olasılıkla Türk pagan eskatolojisinde Şaman’ın göğe çıkarken tırmandığı dokuz gök katı kavramından gelmektedir.

Hayat Ağacı yaşam simgesidir. Aydınlığa ve Tanrı’nın simgesel olarak bulunduğu Gök’e yükselmektedir. Taçkapının aksında en üstte bir lotüs çiçeği vardır. Lotüs cennette var olduğu kabul edilen bitkilerden biridir. Hint’ten Mısır’a ölümsüzlük simgesidir.


İSLAM SANATININ EN BÜYÜK TAŞ OYMA BAŞYAPITI
14 metre yüksekliğindeki bu anıtsal taçkapı, İslam sanatının en büyük taş oyma başyapıtıdır. Dünya yontu sanatının İslam kültürü ve anlayışı bağlamında düşünülmek kaydıyla, en büyük yaratıcılarından ve ustalarından biri Hürremşah’tır. Eğer ömrü ya da koşullar uygun olsaydı, bu kapının işçiliği sadece onun elinden çıksaydı, kanımca, kendi kültürünün ilkeleri içinde, dünya heykel sanatının en büyük yontucularından biri düzeyinde bilinirdi. İslam sanatının hiçbir döneminde, hiçbir sanat alanında olmayan bu yapıt, hayranlık uyandıran bir yontu ustalığıdır.

Hürremşah’ın hayranlık uyandıran sanatı caminin planında görülür. Bu cami Selçuk çağı ulucamileri içinde en güzel planlanmışıdır. Mihrap duvarı ve önündeki kubbeli maksure de İslam ortaçağının en özgün tasarımlarından biridir fakat yarım kalmıştır.

Kıble taçkapısı kadar Şifahane taçkapısı da başka örneği olmayan bir tasarımdır. Burada hemen hiçbir ayrıntı tam bitmiş olarak Hürremşah’ın değildir. Bu bitmemişlik bizim için büyük bir tarihi talihsizliktir. Fakat böyle evrensel bir sanatçının yapıtına bu topraklarda sahip olmak toplumumuz için bir uygar yücelik öğesidir.
BİLGİSİZLİK, DEĞERBİLMEZLİK
Ulu caminin sorunları bundan ibaret değildir. Bu kapılar herhangi bir depremde bir daha yan yana getirilemeyecek şekilde dağılabilir. Birkaç yıl önce duvar temellerinde tasman çatlakları saptamıştık koruma, yapının özgün biçimini de korumalıdır. Adi saçaklı ve teneke ya da kiremit örtülü ve madeni yağmur boruları olan bir Selçuklu yapısı bizden önce görülmedi.

Bilgisizlik bu hazineye sahip olmayı zorlaştırıyor. Berlin’e götürülmüş Bergama Altarı, British Museum’a götürülmüş Partenon Frizleri yapılar içinde korunuyor. Avusturyalılar Efes’te antik buluntular için çatı yaptılar.

Divriği de sorun, hava etkilerine 800 yıldır açık olan taçkapıları örtmektir.

Bu bir ihale sorunu, bir teknik iş değildir. Burada temel kararı yönlendirecek olan evrensel bir sanat sorunudur. Korumanın temel amacı, Hürremşah yontularını korumaktır. Karşımızda müzeye kaldırılması gereken bir sanat başyapıtı var. Sadece taçkapıları örtmek gibi mimari olarak gülünç bir çözüm değil, yapının tümünün müzesel nitelikte bir koruma altına alınmasından başka her çözüm idam fermanıdır. Binayı bir cam kafes içine koyup gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını yaratmak tek çözümdür .

Bezemenin zamanla erimesi ya da donda çatlayıp kırılması tehlikesi yanında daha büyük tehlike bu bölgede olacak bir depremdir. Eğer taçkapılar yıkılacak olursa bunların restorasyonu bir daha gerçekleşemez. Onun için yarın sabah deprem olacakmış gibi bütün taçkapıları ahşapla askıya alıp olası bir depremde onulmaz bir yara almaması çok önemli bir sorunluluktur.

Divriği Ulu Camisi tarihi anlamamış, sanat tarihindeki konumunu değerlendirememiş karar ve projelerle oyalanamayacak kadar gecikmiş alarm veren bir evrensel değerdir. Yıllardır süren vurdum duymazlığı suçlamak bu ulusal mirası kurtarmaya yetmez.

Fakat susmak bir suçtur.

Kapılarını ve maksuresini güvenli olacak şekilde askıya alarak yapıyı tümüyle örtmekten başka bir çare yoktur. Bu güvenliği sağlayıp restorasyon yapmaya devam edilebilir. Bu taçkapı yontularının müze koşullarında korunması ile yapının cami olarak kullanılması arasında bir çelişki de yoktur.

  Doğan Kuban

Bazı aday adayları rahatsızlık veriyor içerikli bir yazı yazdım. Tepki patlaması yaşadım. Meğer bu konuda sıkıntı yaşayan ne kadar çok insan varmış. Aldığım teşekkürün haddi hesabı yok. Ama gerçeklerden rahatsızlık duyanların varlığından ve onların tepkilerinden de bahsetmek gerekiyor.
“Sen siyasetten anlamazsın. Bize yol yordam öğretme” diyen Gaziantep'deki bir aday adayından, “Seni Genel Başkan Kılıçdaroğlu'na şikâyet edeceğiz” tehdidini savuran İstanbul, Adana ve Antalya'daki aday adaylarına, “Ayy Gürbüz Bey, size yakıştıramadım vallahi” diye yakınan İzmir'in ilçesinden bir hanımefendiden, “Sana gafayı bi goyarım, danıtım neymiş gorursün” palavrasını sallayan Ankara'daki maganda bir aday adayına kadar, anlayışı kıt kişilerden türlü tepkiler aldım.
Bilirsiniz, insanların OKUMA ve ANLAMA organları vardır. Okuma organının GÖZ, anlama organının da BEYİN olduğu bilinen bir gerçektir. Ama belediye başkanlığına soyunmuş bazı zavallılar, okuma organı ile okuyup, OTURMA organı ile anlamaya çalıştığı için ortaya böylesi abuk sabuk tepkiler çıkıyor.
Bu yazıda da, bazı aday adaylarının yine OTURMA organı ile anlayacaklarını düşündüğüm konuları gündeme getireceğim.
Adam Türkiye'nin en gözde ve anlamlı ilçelerinden birine belediye başkanı olacağım diye yola çıkmış. Çevre, görsel ve gürültü kirlilikleriyle mücadele edeceğim diyor, ama olur olmaz her yere afişlerini yapıştırıyor. Hele bir tanesi o kadar ileri gitmiş ki, pişmiş kelle gibi sırıttığı pozu ile süslediği afişlerini, trafik işaret levhalarına, parktaki banklara, çocuk oyun alanında kaydıraklara, salıncaklara yapıştırmış. Bu durumda çocuklar da, bu zavallının suratının üstüne oturup sallanmak ya da kaymak zorunda kalıyorlar. O sırada çocuğun çişi falan geldiğinde olacakları siz düşünün.
Adamın biri, en çapkın bakışlarını attığı bir fotoğrafla giydirdiği seçim minibüsünde, sonuna kadar açtığı sesle yanık yanık söylenen türküleri herkese zorla dinletiyor. Uyuyan bebek, yatağından kalkamayan hasta, ders dinleyen ya da çalışan öğrenci varmış kimin uğrunda. Üstelik seçtiği müzik türünün bazı semtlerde sevildiğini, ama diğerlerinde ise nefret edildiğini de bilmiyor.
Zavallının biri ise metro çıkışlarında, otobüs duraklarında broşürlerini dağıttırıyor. Alanların yüzde 80'ini ise adamın boyalı saçlarının dana yalamış gibi yapıştırılmış haliyle çekilmiş fotoğrafının bulunduğu broşürleri yere atıyor. Adam ince düşünebilse, dağıtan adamlarına söyler, işleri bitince yerdeki broşürleri toplayıp çevre kirliliğini önler.
“Çevre, görsel ve gürültü kirlilikleriyle mücadele edeceğim” diye propaganda yapan bu aday adayları, kirliliğin kralını yapıyorlar, ama farkında değiller.
Bir başka konu ise aday adaylarının hedefledikleri bazı belediyelerde zaten kendi partilerinden bir başkan görev yapmaktadır. Dikkatli bir dil kullanılması gerekirken, partili belediye başkanlarını küçük düşüren, yıpratan konuşmalar yapılmakta, karşılarında iktidardan biri varmış gibi davranılmaktadır.
Aday belirleme süreci uzadıkça, aynı partideki aday adayları arasında, kimi zaman kamuoyunun önünde tartışmalar, kavgalar yaşanmaktadır. Birbirilerinin kirli çamaşırlarını, özel hayatlarını, geçmişteki ilişki ve konuşmalarını araştırıp bulup yayan, yerel medyaya haber olan aday adayları, sadece kendilerini değil, partilerini de halkın gözünde rezil etmektedirler. Bunu görüp, konuyu perde arkasında tartışmak yerine, yerel medyaya sürekli karşılıklı demeçler vererek, kendilerine ve partiye darbe üstüne darbe vurmalarını ise anlamak mümkün değil.
Sürecin en kirli yanlarından biri de, şansının olmadığını anlayan bazı aday adaylarının, öne çıkmış birkaç aday adayı ile yaptığı pazarlıklardır. “Senin lehine çekilirim. Çekilirken de, seni destekleyeceğimi medya önünde açıklarım. Ama karşılığında, yaptığım masraflarımı karşılar, beni ya da adamlarımı belediye meclisi üyeliğine yazarsın” şeklinde özetlenebilecek bu pazarlıkları herhalde kimse inkâr edemez.
Parti içi kamplaşmaları, gruplaşmaları ve düşmanlıkları besleyen bu sürecin sonucunda aday ilan edilen kişi yıpranmış olarak yarışa başlamak zorunda kalmaktadır. Kısacası, süreç uzadıkça partinin imajı ve inandırıcılığı büyük zarar görmekte, ”Birbirini yiyen adamlardan bir halt olmaz” düşüncesi oluşmaktadır.
Bu gerçekleri yok sayıp süreci uzatmak, partiye yarar değil sürekli büyüyen zararlar vermektedir.
Bizden söylemesi.

Şu “kayıt dışı siyasete”, şu çarpıklığa bakın. Yüzlerce asker, aydın “AKP ve Fetullah Gülen'i bitirme, devirme” suçlamasıyla Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer cezaevlerinde yatıyor... Ankara Adliyesi’nde YÖK eski Başkanı Kemal Gürüz ve 102 askerin 1997’de MGK’nın “irticayla mücadele”  kararının gereğini yerine getirmekten tutuklu-tutuksuz yargılaması sürüyor... Öte yandan Ankara Adliye’sine 1 kilometre uzaklıkta olan ve bu davaları açtıran iktidarın 2004’te MGK’da “Fetullah Gülen cemaatini bitirme planını” imzaladığı ortaya çıkıyor.

Baransu’nun henüz bavulundan değil sadece klasöründen çıkan 2004 tarihli MGK kararını kimse inkâr etmiyor, sadece, “İmzaladık, ama yürürlüğe koymadık”  deniyor.

Emekli Albay Dursun Çiçek ve şimdi Silivri’de canıyla boğuşan Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk, sözde “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı”  hazırladığı; dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da, “Bunlar kağıt parçası”  dediği için hapiste. Ancak Baransu’nun açıkladığı MGK kararı, herşeyden önce yine Mehmet Baransu’nun gündeme getirdiği bu olayın sorgulanmasını gerektiriyor. 

Hatırlayın o sözde belge 4 Haziran 2009’da bulundu, Taraf da 12 Haziran’da Baransu imzasıyla manşet yaptı. Ancak ne tesadüf belgenin bulunmasından 2 ay önce 6 Nisan 2009’da Fetullah Gülen, o sözde belgede yazılanlarla neredeyse bire bir paralel olan şu iddiaları dillendirmişti:

“Evlerimize, içimize adam sokmaya çalışacaklar, sonra ellerine kalaşnikof verecekler. Sonra hiç silahı milahı, tabancası hatta çuvaldızı bile olmayan insanlara terörist damgası vuracaklar. Yapmak istediklerini yapacaklar bununla. Bir taraftan bunları oluşturacaklar, bir taraftan işte irtica hareketi falan diyecekler, irtica ile irtibatlandıracaklar.”

Şimdi soralım; MGK’da alınan o karar nasıl ve kimlere sızdırıldı ki, bu sözde planla hem askere operasyonların önü açıldı, hem de o kararları imzalayanlara, “Her şeyden haberimiz var. Ayağınızı denk alın. Biz bitersek siz de bitersiniz”  mesajı verilip, iktidar adeta Ergenekon, Balyoz ve diğer operasyonlara mecbur ve mahkûm hale getirilip, göbekten cemaate bağlandı? Özetle Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk’ün Silivri’de yazdığı kitaba verdiği isim gibi, “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı”, nasıl “AKP ve Gülen’i Kurtarma Planı”na dönüştürüldü?      
      
Acaba Baransu’nun yeni bavulunda bu soruların da cevabı var mı?

                      -Uygulanmadı mı, Uygulanamadı mı?- 

MGK’nın 25 Ağustos 2004 tarihli “Fetullah Gülen Cemaatini Bitirme”  kararının altında askerlerin yanısıra Başbakan Erdoğan, dönemin Dışişleri Bakanı Gül, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun imzaları var. Dönemin Adalet Bakanı, bugünün TBMM Başkanı Cemil Çiçek Hürriyet’e verdiği demeçte şunları söylüyor:

“MGK kararları tavsiye niteliğindedir. Bunların hayata geçirilmesi ve uygulaması hükümetin sorumluluğundadır. O dönemki MGK kararları ile ilgili olarak hükümet hiçbir işlem yapmamıştır. Daha sonraki MGK toplantılarında ve belgelerde bu tür faaliyetler tehdit olmaktan çıkartıldı. Üstelik tam tersi o dönem adı geçen gruplarla ilgili bir işlem yapılmadı diye hükümete zor anlar yaşatılmıştır. Hükümet suçlanmıştır. Bu tür toplantıların hangi şartlar altında yapıldığına da iyi bakmak gerekir. 2004’e kadar gitmeye gerek yok. 2008 yılında kapatma davası yaşamış bir parti olarak yaşananları iyi düşünmek gerekir. Bugün kabadayılık yapanlar, bugünün şartlarında o güne bakmaktadırlar. Şu anda kayıtdışı siyaset üretilmektedir. Hiç unutmuyorum, o dönem bizimle ilgili Nurcu olduğumuza dair belgeler ortaya atılmış ve işlem yapılmak istenmişti. Aynı dönemde Nurcularla ve cemaatlerle ilgili işlem yapmakla suçlanıyoruz.”

MGK’da alınan 28 Şubat kararları için, “Erbakan’a zorla imzalattılar. Erbakan’ı boncuk boncuk terlettiler”  diyerek dava açıp, “kabadayılık yapanların”, bugün 2004 kararını imzalamalarını, “O günün şartlarına iyi bakmak gerekir” sözleriyle izah etmesindeki garabet ve çelişki bir tarafa, 2004 kararının uygulanmadığını mı, yoksa uygulanamadığını mı sorgulamak için 2007’de yaşanan önemli bir olayın perde arkasını aralayalım:
  
                     -Cemaatin “Silahsız Terör Örgütü” Sayılmasını Kimler İstedi?-  

Ahmet Hakan 3 Nisan 2007’de Hürriyet’teki köşesinde, Hükümetin etkili bir bakanının, bir sabah kahvaltısında, “Bu cemaat de çok olmaya başladı. Her işin arkasında Gülen parmağı var”  dediğini yazar.

Bir gün sonra “Cemaat içinden bir isim”, Ahmet Hakan’a şunları söyler:

“Size o açıklamayı yapan bakanın kim olduğunu biliyoruz. Nasıl bilmeyiz? O bakan, üç aydır bize düşman. Aleyhimizde konuşuyor. O bakanın bize karşı kişisel bir husumeti var.”

Hakan’ın aktardığına göre, Cemaat içindeki o isim bakanın adını “bingo”  bilmişti de aralarındaki “kişisel husumet” neydi? Şu cevabı verir:  

“Bakanın yaptığı bir yasa çalışmasına karşı çıktık. Hem hükümet, hem AKP bizim haklı olduğumuza kanaat getirdi. Yasa tasarısı değişti. Bakan gururunun kırıldığını düşündü ve bu olayı kişisel husumete dönüştürdü. Uzun bir süredir hakkımızda tezvirat yapıyor.”

“Husumet konusu yasa çalışması”, Terörle Mücadele Kanunu değişikliğiydi. Adalet Bakanlığı ve başkanlığını Abdullah Gül’ün yaptığı Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu’nca hazırlanıp, Başbakanlık tarafından 6 Nisan’da Meclis’e sevkedilen tasarıda, “silahsız terör örgütleri”  ibaresi aynen korunuyordu.

Oysa bu özellikle Fetullah Gülen ve cemaati açısından önemliydi, zira “Silahsız terör örgütü kurmaktan”  yargılanan Gülen hakkında verilen hüküm Şartlı Salıverme Yasası kapsamında ertelenmişti. Ancak Gülen, Mart 2006’da AB uyum sürecinde Terörle Mücadele Yasası ve TCK’da yapılan değişiklikler kapsamında beraati için yeniden yargılanması talebiyle dava açarken, Avukatları Emniyet’ten “terör örgütü kurmadığı”  yönünde rapor almış, Gülen’in “cebir ve şiddet kullanmadığını” savunmuştu. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi 5 Mayıs 2006’da Gülen’in beraatine karar verse de davanın daha Yargıtay aşaması vardır.     

İşte bu süreçte gündeme gelen Terörle Mücadele Yasa tasarısının sevki öncesinde ortalık karışır. Cemaat ve hukukçular, “silahsız terör örgütleri” ifadesinin çıkartılması için bastırır. Dışişleri Konutu’nda Gül’ün başkanlığında ilgili bakanlar, AKP yöneticileri, bürokratlar ve hukukçuların katıldığı bir toplantı yapılır. İddialara göre Abdullah Gül, “Mevcut düzenleme olduğu gibi korunacak. Kurul kararı budur”  sözleriyle kestirip, atar.

Bu karar üzerine Başbakan Erdoğan aranır, TBMM’deki makam odasında bir toplantı da onun başkanlığında gerçekleştirilir. Durum izah edilir, Erdoğan da Gül’ü arayıp, “Silahsız terör örgütleri ifadesi çıkartılsın”  der. Gül, “Herkesin görüşünü aldık. Ama bir yanlış varsa düzeltiriz”  cevabını verir.

Ancak tasarı Haziran ayı başında TBMM Adalet Komisyonu’na “silahsız terör örgütleri”  ifadesi çıkartılmadan gelir. Tasarının Komisyon’da görüşülmesinden bir gece önce yine Erdoğan’ın başkanlığında bir toplantı yapılır. Konu bir kez daha enine-boyuna anlatılır, Başbakan Erdoğan, “Silahsız terör örgütü olur mu? Çıkartılacak”  talimatını verir.

Bu gelişme en çok Cemil Çiçek’i rahatsız eder. Ertesi sabah da hem Çiçek, hem Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan komisyon toplantısına gelmez. Saat 16.00’ya kadar havanda su dövüldükten sonra Çiçek ve Toptan toplantıya katılır. Tartışmalı maddeyle ilgili değişiklik önerisi verilir ve tasarı alt komisyona havale edilir. Adalet Alt Komisyonu da Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu Başkanı Abdullah Gül’le görüşüp, yeni bir formül geliştirir. Buna göre, konunun Terörle Mücadele Yasası’ndan çıkartılıp, “Silahsız terör örgütü kurucu, yönetici ve üyelerinin TCK'nın çete suçunu düzenleyen 220'nci maddesinden yargılanmaları”  kararlaştırılır.

Bu değişikliğin yasalaşmasından 17 gün önce, 12 Haziran 2007’de Ergenekon operasyonları başlar.

AKP hükümetinin kurulduğu günden beri Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek, bu değişiklikten iki ay sonra kurulan 60’ıncı hükümette Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı’na kaydırılır.

Değişiklikten yaklaşık 1 yıl sonra da Gülen hakkındaki beraat kararı önce 5 Mart 2008’de Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde oybirliği, 24 Haziran 2008’de de Yargıtay Ceza Kurulu’nda 6’ya karşı 17 oyla onanır.      

Cemaatin önemli isimlerinden Hüseyin Gülerce beraat kararından 6 gün sonra Milliyet Gazetesi’ne verdiği röportajda, “Cemaat neden Cemil Çiçek’ten haz etmiyor?” sorusunu şöyle cevaplandıracaktır:  

“Cemaatin öyle ortak bir tavrı yok, ama sıkıntı şöyle meydana getirildi: Sayın Çiçek Adalet Bakanı'yken terör tanımı ile ilgili değişikliklerde toplumsal mutabakatı aramak adına meseleye biraz mesafeli durdu. Zannediyorum o mesafeli duruş bazılarınca karış duruş olarak anlaşıldı, ama Çiçek'in Komisyon'da bunu gündeme aldığına ben gazeteci olarak tanığımdır. Tabii bunu AKP içinde Cemil Çiçek'i yıpratmak için söyleyenler de oldu. Biraz da sanırım Cemil Çiçek'in Anavatan'dan gelmiş olması etken.”

Dershaneler gerekçesiyle hedefe konulan Başbakan Erdoğan, “Cemaatin mensupları, en ileri gelenleri, bugüne kadar Tayyip Erdoğan’a ne getirdiler de Tayyip Erdoğan geri gönderdi? Üniversitelerin hazırlanması, üniversitelerin verilmesi ile ilgili adımlardan tutunuz da birçok faaliyete yönelik yapabileceğimiz ne varsa bunları yaptık. Benden geri dönen hiçbir şey yoktur. Buna Rabbim şahittir”  derken haksız mı?

Toparlarsak, acaba Gülen Cemaati’nin “silahsız terör örgütü”  sayılması da 2004 tarihli MGK kararının gereği miydi ve 2007’deki Terörle Mücadele Yasa tasarısı bunu uygulamaya geçirme teşebbüsü müydü?


Acaba Cemaat, o bakanın bu yasa yüzünden kendileri hakkında yaptığı "tezviratları"  nasıl biliyordu?   

Acaba Baransu’nun bavulunda bu süreçte yaşanan “savaş”a dair bilgi ve belgeler de var mıdır?

AKP-Cemaat koalisyonunda dünden bugüne kimin eli, kimin cebindedir?

Ve Başbakan Erdoğan, 2007'de Gülen cemaatini kurtardığı için şimdi pişman mıdır?

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
29 Kasım 2013

Server Tanilli herkese karşı son derece centilmen, mütevazı ve aynı zamanda çok yönlü bilgi derinliği ile dikkatleri çekiyordu; ayrıca kıdemli hocalarımız dahi, herkeste saygı uyandırmaktaydı. Eserleri toplumda hep büyük ilgiyle karşılandı.

Server Tanilli ile dostluğumuz, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne intisap ettiğim 1960 yılında başlar. Merkez binanın büyük salonu andıran odaları çok işlevliydi; asistanlar için çalışma mekânları oldukları gibi, bunlardan 81 ve 104 numaralı odalarda aynı zamanda seminerler yapılır; öte yandan açlığımızı hafifletmek amacıyla simit, peynir ve çaydan oluşan öğle arası buluşma yerleriydi.

Renkli Sohbetler
1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra, yeni kural ve kurumlarla ilgili hukuki tartışmalar buralarda bir tür sohbet havasında yapılırdı. Bu toplantılara o tarihlerde genç akademisyenler olarak İlhan Akın, Aydın Aybay, Ümit Doğanay, Selim Kameti, Aytekin Atay, Necip Kocayusufpaşaoğlu ile Server Tanilli ve kıdemli hocalarımız Tarık Zafer Tunaya, Lütfi Duran, Ragıp Sarıca, Vakur Versan, Edip Çelik de zaman zaman katılarak bizleri onurlandırırlardı.
Hukuki konulara ilaveten tarih, felsefe, edebiyat, resim, heykel ve sinema alanlarında da renkli sohbetler olurdu. Ragıp Sarıca Hoca’dan 2. Dünya Savaşı patladığında Mehmet Ali Aybar ve Süleyman Barda ile tandem üzerinde Paris’ten Marsilya’ya pedal çevirerek kaçışlarını, gece konaklamalarını, kendine özgü üslubu ile anlatışını dinlemek ayrı bir zevkti.

Server Tanilli bu ortamda herkese karşı son derece centilmen, mütevazı ve aynı zamanda çok yönlü bilgi derinliği ile dikkatleri çekiyordu; ayrıca kıdemli hocalarımız dahi, herkeste saygı uyandırmaktaydı. Bu yıllarda hukuk fakültesine giriş, merkezi sınav kapsamına alınıp çoktan seçmeli diye anılan test usulü ile yapılmaya başlamıştı. Hukuk fakültelerinde uzun yıllar yazılı ve sözlü olarak yapılan sınavların sözlü kısmı 1968 yılında kaldırılmıştı. Aslında bu uygulamanın öğrencilere yarar sağlamadığı sonraki yıllarda anlaşılacaktı. Öte yandan, liseden üniversiteye gelen öğrencilerin bilgi eksiklikleri ve yazılı ifade zafiyeti geçen zaman içinde kendini gösteriyordu. Sınav sorularına verilen cevaplar bunun açık kanıtlarıydı.

Bu endişeler nasıl giderilmeliydi? İlk akla gelen, dört yıllık hukuk fakültelerine hazırlık sınıflarının eklenmesiydi. Bu konu üzerinde uzlaşma sağlanması hayli güçtü, çok zaman alacağı anlaşılıyordu. Server Tanilli, o tarihlerde, bu endişeleri kısmen giderebilecek bir kitap üzerinde çalıştığından söz ediyordu. Nihayet,  üniversite öğrencileri için, kültür eksikliğini ya da açığını giderebilecek “Uygarlık Tarihi”, 1972 yılında önce “teksir” daha sonra da kitap olarak 1975 yılında basıldı. Kitap, Batı Dünyası Sosyalist Dünya Üçüncü Dünya (azgelişmiş ülkeler) ve Türkiye olarak dört başlıktan oluşuyordu. Bu başlıkların her biri kendi içlerinde tarih, felsefe, sosyoloji, edebiyat, güzel sanatlar ile birlikte toplumların siyasi, iktisadi ve sosyal yapılarını da tanıtıyordu. Başlıkların alt bölümleri düşünürlerden seçilmiş okuma metinleri ile desteklenip öğrencinin kendini denetleyeceği sorularla tamamlanıyordu.

'Savcı bile ilgilendi’

“Uygarlık Tarihi” yayım landıktan sonra, yalnızca yükseköğretim alanında değil, toplumda da büyük ilgiyle karşılandı. Server Tanilli kinayeli ifadesiyle “Sonunda bu kitapla savcı bile ilgilendi” diyecektir. Zira, bir ihbar sonucu, 1975 yılında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde savcının açtığı davada, “Uygarlık Tarihi” kitabının Marksist bir görüşle yazıldığı, komünizm propagandası yaptığı, bilimsel tarafsızlığa uymadığı ve liseden kopup gelen öğrencileri tek yönlü şartlandırdığını ileri sürmüştü. Devlet Güvenlik Mahkemelerini düzenleyen 1773 sayılı kanunun, açılan dava üzerine anayasaya aykırılığı nedeniyle iptali üzerine, Dosya İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmiştir. Mahkeme, “Uygarlık Tarihi” isimli kitabın incelenmesinde bunun anayasanın 20 ve 21’inci sarahatine uygun hazırlandığına ve ders verme sırasında ilmi görüşlerini açıklamasının komünizm propagandası olarak kabulüne imkân görülmediğinden, Server Tanilli’nin 31.3.1978 tarihinde beraatına karar vermiştir.

Menfur saldırı
Server Tanilli bu karardan çok kısa bir süre sonra, 7 Nisan 1978 tarihinde ders çıkışı, Göztepe’deki evine dönerken gecenin karanlığında menfur bir silahlı saldırı sonucu vurularak felç oldu. Hayli uzun bir tedavi sonucunda yurda döndü; bütün acılı ve zor şartlarda dahi çalışmalarına, araştırmalarına ara vermedi. Ama 12 Eylül rejimi peşini bırakmadı. Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı, 8.4.1983 tarih ve ARŞ-660-01/3032 sayılı bir yazı ile İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nden, Server Tanilli’nin “Uygarlık Tarihi” başlığını taşıyan kitabın ders kitabı olarak kullanılmasının önlenmesini, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’nden alınan 24 Mart 1983 tarihli yazıya dayanarak istemişti.

Yazı bununla da yetinmiyor, “Aynı türden kitaplar bulunabileceği noktasından hareketle, üniversitelerimizde okutulan kitapların taranması ile gerekli tedbirlerin alınmasına adı geçen makama sunulmak üzere sonuçtan bilgi verilmesini arz ve rica ederim” diyordu.

Sözün kısası: 12 Eylül rejimi kitap katliamında yükseköğretim kurumlarına bir tür cellat görevi de vermekteydi.

ERDOĞAN TEZİÇ Galatasaray Üniversitesi E. Öğretim Üyesi

Bir kişinin telefonlarının hangi durumda ve ne şekilde dinlenebileceği kanunlarla ve yönetmelikle belirlenmiştir. Buna göre, ister bir suç soruşturması nedeniyle olsun, isterse istihbarat amaçlı dinleme olsun, dinlemenin yetkili hâkimin kararıyla olması gerekiyor.
Cumhuriyet gazetesi okurları ve sosyal medyayı izleyenler dışında toplumun büyük bir kesiminin ne yazık ki haberinin bile olamadığı bir büyük skandal geçen hafta açığa çıktı. Tanınmış bazı gazetecilerin telefonlarının MİT Müsteşarlığı ile bazı hâkimlerin işbirliği ve koordinasyonu çerçevesinde dinlendiği anlaşıldı. Oysa anayasa ile güvence altına alınmış özel yaşamın gizliliği hakkı, ancak kanunla ve anayasada belirtilen sebeplerle sınırlanabilir.

Bir kişinin telefonlarının hangi durumda ve ne şekilde dinlenebileceği kanunlarla ve yönetmelikle belirlenmiştir. Buna göre, ister bir suç soruşturması nedeniyle olsun, isterse istihbarat amaçlı dinleme olsun, dinlemenin yetkili hâkimin kararıyla olması gerekiyor. Bunun tek istisnası, acil hallerde (MİT müsteşarının ya da yardımcısının, emniyet genel müdürü ya da istihbarat dairesi başkanının, jandarma genel komutanı ya da istihbarat başkanının yazılı emriyle) dinleme yapılabilmesidir. Bu bir istisnadır ve bu istisnanın kullanılması halinde dahi dinlemenin geçerli olabilmesi ve devam edebilmesi, en geç 24 saat içinde yine hâkim kararı alınmasına bağlıdır. Bir hâkimin telefon dinleme kararı verebilmesi için dinleme kararı istenilen telefonun kime ait olduğunu bilmesi ve kararda belirtmesi zorunludur. Kanun böyle diyor, yönetmelik böyle diyor.

Özrün kabahatten daha büyük olması
MİT’in kanunsuz dinleme olgusunun açığa çıkması ve bunun hâkimlerin bilgisi ve onayı doğrultusunda olduğunu söylemesinin ardından ne oldu? Bu ürkütücü skandalı kamuoyundan saklayan medyamıza rağmen olayın peşine düşen birkaç gazetecinin çabası ile olayın perde arkası aralanmaya başladı. İlk olarak, bu kararlardan bazılarında imzası olan özel yetkili bir hâkim, MİT raporunda kendilerine yönelik koordinasyon içerisinde karar verdikleri ithamını reddetti. Fakat aynı beyanında öyle bir açıklama yaptı ki, tam da özrü kabahatinden büyük denilecek cinsten. İsmi bilinmeyen ya da tespit edilemeyen kişiler söz konusu olduğunda kendilerine kod adıyla başvuruda bulunuluyormuş. Telefonun sahibinin gerçek kimliğini bilmedikleri ve MİT’in de bilmediğini varsaydıkları için kod adıyla gelen talepleri kabul ediyorlarmış.

Sorular
İyi de sayın hâkim, kanunda ve yönetmelikte hakkında dinleme kararı verilecek kişinin kimliği kararda belirtilir deniliyorsa, siz nasıl olup da bunu bile bile ihlal ediyorsunuz? Bu sayın hâkime birileri elbet bir gün soracaktır.

Kime ait olduğunu bilmediğiniz bir telefonun dinlenmesi için nasıl karar verdiniz? Hakkında dinleme kararı verdiğiniz telefonun örneğin cumhurbaşkanının ya da başbakanın ya da ana muhalefet partisi genel başkanının ya da çok önemli bir kamu görevlisinin telefonu olmadığını nereden biliyorsunuz? Sizin yetkiniz ve göreviniz noterlik mi, yoksa hâkimlik midir? “Kanuna değil de talepte bulunan makama bakarak her gelen talebi kabul edeceksiniz” şeklinde bizim bilmediğimiz bir gizli mevzuat mı var? Bu yaptığınız açıkça kanunu çiğnemek değil midir? Hepsi bir yana, “Bizim yaptığımız işlemi, kararı veren hâkimler zaten önceden biliyordu, biz hâkimleri aldatmadık, onlarla koordineli bir çalışma içindeyiz” diyen MİT Müsteşarı hakkında iftira ya da yalan beyan nedeniyle şikâyetçi misiniz? Yoksa; bu toplum zaten balık hafızalıdır, yapanın yanına kâr kalır, bunlar da öncekiler gibi unutulur gider nasıl olsa mı diyorsunuz? Bu töhmet altında hâkimlik yapmaya devam edebilecek misiniz?

Bilmem ki, belki de MİT Müsteşarlığı’na gücünüz yetmez ya da devletin yüce çıkarları konusunda hukukun ve kanunun sözü mü olur anlayışından hareketle, kanun tanımazlığa değil de, bunu ortaya çıkaranlara ya da bizim gibi bu kanunsuzluğa isyan edenlere yöneltirsiniz öfkenizi…

Sakın ola unutmayın, Başbakan bile MİT Müsteşarı’nın verdiği “bu konuda hâkimlerle koordineli çalışıyoruz” açıklamasını kabul edip, onay vermiş. O halde, devletle karşı karşıya geleceğinize, isyan edenlerle uğraşmanız demokrasinin ve hukukun olmasa da sizin yararınıza olacaktır. Üstelik, eskiden olduğu gibi koordineli bir şekilde gereğini de yapabilirsiniz…

Ali Selim Kuşçu-Hukukçu/Cumhuriyet

Kemalın Askeri

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget