Türkiye’yi daha ileri demokrasiye taşıyacağı hikâyeleri ve “yetmez ama evetçilerin” katkıları ile gerçekleştirilen anayasa değişikliği, 13 Mayıs 2010’da yürürlüğe girdi. Anayasanın değiştirilen maddelerinden çıkarılış amaçları doğrultusunda kullanılacak olanlar, ilgili yasalarda bir çırpıda yapılan değişikliklerle yaşama geçirildi.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay yeniden oluşturuldu.
Ve tıkır tıkır işlemeye başladı.
Oysa büyük iddialarla anayasaya eklenen ve iki yılı aşkın süredir üvey evlat muamelesi gören maddeler de var.
Anayasa değişikliği girişiminde yem olarak kullanılanlardan biri de “özel hayatın gizliliği” kenar başlıklı 20’nci maddeye eklenen fıkra. Epeyce de uzun ve “Herkes kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunması hakkına sahiptir” diye başlıyor. Bunun esas ve usullerini belirlemeyi de yasaya havale ediyor.
İşaret edilen yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tasarı olarak sunulması ise yaklaşık sekizinci yaşına bastı.
Tasarı karpuz değil ki yata yata büyüsün.
Ama anlaşılıyor ki yasalaştırılması için daha zamanı gelmedi.
Nedeni de, bana sorarsanız gayet basit.
Özellikle Silivri davalarında uygulanan yöntemlerle delil diye öne sürülen ve yasadışı olduğu belirtilen ses ve görüntü kayıtlarının önünün kesilme tehlikesi var.
Çünkü torbaya dönüştürülmediği için sonuçlanmış kimi davalarla ilgili Yargıtay kararları bunu gösteriyor.
Aksi gibi, özel yetkili mahkemeler ciddiye almasa da, anayasanın insan hakları konusundaki uluslararası anlaşmaların bağlayıcılığına ilişkin kuralı da yürürlükte(!).
Avrupa Konseyi’nin 1981’de imzaya açtığı 108 sayılı “Otomatik Olarak İşlenen Kişisel Veriler Bakımından Bireylerin Korunması Hakkında Sözleşme”nin altındaki imzalardan biri de Türkiye’nin. Sözleşmenin önemli bölümlerinden birinde de şu kural var:
“İç hukukta uygun güvenceler sağlanmadıkça ırk menşeini, politik düşünceleri, dini veya diğer inançları ortaya koyan kişisel nitelikteki verilerle sağlık veya cinsel yaşamla ilgili kişisel nitelikteki veriler ve ceza mahkûmiyetleri otomatik bilgi işlemine tabi tutulamazlar.”
***
Uluslararası hukukla ulusal hukukumuz arasında sıradağlar olduğunu yinelemek gereksizse de zorunlu oluyor.
Biliyorsunuz, AKP iktidarı ile yandaşlarının yakınmalarının başında fişleme geliyor.
Silivri davalarının ve Meclis’teki Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun en önemli konusunu da fişleme oluşturuyor.
Sanırsınız ki günümüz yöneticileri bundan ders çıkarıp fişleme uygulamalarını askıya almıştır.
Ne gezer...
Çünkü ortada yeni başlatılan bir fişleme uygulaması var.
Kısa bir süre öncesine kadar, hapishaneden gelen mektuplara “Görülmüştür” damgası vuruluyordu.
Şimdiyse “UYAP’A İŞLENDİ” diye kırmızı mürekkeple insanın gözüne sokulan damgayla geliyor. Yani gönderen de, alacak olan da, belki içeriği de kaydedilerek fişleniyor. Oysa UYAP’ın (Ulusal Yargı Ağı Projesi) kuruluş gerekçesinde “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir” ilkesi yer alıyor.
Hapishanelerde 130 bin dolayında tutuklu olduğuna göre fişlenme sayısının durumu da ortaya çıkıyor.
Bakalım fişleme karşıtları, yeni fişleme yöntemi için ne diyecekler?
Yorum Gönder