Bu pazar günü; size bir Köy Enstitüleri’ndeki çocuklarımızın hayatından bir sahneyi aktaracağım. Bu yazı; büyük öğretmenlerimizden Talip Apaydın’ın 1967’de yayımlanan Karanlığın Kuvveti isimli kitabında yer alıyor. Bu bölümü; bana, Tokat Öğretmen Okulu’ndaki sevgili öğretmenim Lemanser Sükan yolladı. Biraz kırparak aktardığım bu yazıyı özellikle ana-babaların ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in okumasını istiyorum. Okusunlar da bugünkü öğrencileri ne kadar kolaycı yetiştirdiklerinin farkına varabilsinler.
Olay Eskişehir’deki Çifteler Köy Enstitüsü’nde geçmektedir:
‘Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi... Sular donmuştu hep. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu.
Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık. Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık.
“Arkadaşlar!” diye başladı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkaç kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Üstelik üşümek.
Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın.
Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Parolamız şu olmalıdır: “Bayramlarda çalışırız bayramlar için”. Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.
Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti. Altı yüz kişi; hepimiz geleceğiz, diye bağırmıştık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür. Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırkkız Dağı’ndan doğru zehir gibi bir rüzgâr esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar.
O gün o kanalın yarı yerini açtık. Ertesi gün ta bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı “Ç K E” yandı... ( Çifteler Köyü Enstitüsü ). O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. “Yaşa var ol” seslerimiz ufukları kapattı. Birbirimizi tebrik ediyorduk.”
Şimdi soruyorum: Bugün; zorlu kış şartlarında, kazmayı küreği kapıp dereleri yararak su akıtan ve elektriğini kendisi yakan bir öğrenci ruhu var mı?
O ruh Kemalist ruhtu... Türkiye’yi ayağa kaldırdı.
Bugünkü ruh ise liberal ruh! Türkiye’yi yiyor; sinsi sinsi...
Yorum Gönder