Bildiğiniz gibi, bugüne kadar Anayasa Mahkemesi Başkanlığı süresince oylarını hep “iktidarın beklentisi yönünde” kullanmış olmakla tanınan Haşim Kılıç birdenbire “siyasetin yargıya müdahale etmemesi gerektiği, buna izin vermeyecekleri” şeklinde bir konuşma yaptı. Bunun arkasından Başbakan Erdoğan “Yargının siyasallaşmasının karşısında ilk duracak olan biz oluruz. Ülkemiz güçler ayrılığı üzerine kurulu bir sisteme dayalıdır, biz de bunun üzerinde hassasiyetle duruyoruz” cevabını verdi.
HSYK, ADALET BAKANI VE 12 EYLÜL
Büyük çoğunluk Haşim Kılıç’ın beklenmedik çıkışını “bak demek ki yargı bağımsız, öyle olmasa Haşim Kılıç iktidara karşı çıkış yapabilir miydi, aferin ona” düşüncesiyle takdir etti. Ama acaba öyle mi? Bugüne kadarki gelişmeler, özellikle “referandum sonrasında yüksek yargıya seçilen veya değiştirilen isimler” bu konuda büyük bir soru işaretini, Haşim Kılıç’ın çıkışının “yargı bağımsız” görüşünü sağlamak için danışıklı dövüş misali olup olmadığı tartışmasını hak ediyor.
Mesela eğer “güçler ayrılığı”na, “yargının siyasallaşmaması”na her iki taraf da bu kadar önem veriyorsa; referandum öncesindeki tüm uyarılara ve özellikle de “12 Eylül darbesiyle gelen bir durum” olduğu ve değişmesi gerektiği uyarılarına rağmen; Adalet Bakanı ile müsteşarı “mahkemelerdeki hakim ve savcılara karar veren, istediği takdirde bir davaya bakan üç savcıyı birden değiştirebilen Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun başından” neden çekilmedi? Avrupa ülkeleri izin vermediği halde bizde bu “siyasi tablo” neden israrla korundu? Haşim Kılıç’ın “bu durumda yargı bağımsız olamaz” tepkisini neden duymadık?
Bırakalım HSYK üyelerinin de hemen referandum ertesinde Adalet Bakanlığı içinden isimlerle değiştirilmesini, AYM ve diğer yüksek mahkemelerde yapılan değişiklikleri, sadece yukarıdaki sorunun cevabı da yeter. Bu cevabı verebiliyorlarsa “yargının bağımsız olduğuna, Haşim Kılıç’ın çıkışına, güçler ayrılığı, vs’ye” ben de inanacağım.
*****
Babamın ‘12 Eylül’ hesabı!
12 Eylül darbesinin mağduru olan tüm siyasi partiler, liderleri, dernekler, sivil toplum kuruluşları davaya müdahil oldular ama asıl en büyük mağdur olan Adalet Partisi’nin Genel Başkanı, o dönemin Başbakanı ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmadı. Eski TBMM Başkanı İsmet Sezgin’in bu konuda yaptığı ve “1987 referandumunda, daha sonra 1991 seçimlerinde biz meselemizi hallettik, seçimde birinci parti olduk. Bizi mağdur edenlerin karşısına milletin yargısıyla çıktık” dediği açıklaması güzeldi. Ama..
Bütün bunlara rağmen “halkın oylarıyla seçilmiş bir iktidar”ın top tüfek gücüyle indirilmesi ve yıllar boyu siyasetten uzak kalmalarına neden olunması “müdahil olmak” için yeterli nedendir. Örneğin ben çok başarılı ve dürüst bir siyasetçi olduğu için kendi bölgesi Adana’da onlarca yıl her seçimde rakip tanımadan ve direkt “halkın oylarıyla” seçilen babamın hakkının aranmasını, Sayın Demirel tarafından da sorulmasını isterdim.
Babam üzüntüsünü asla belli etmeyecek kadar onurlu bir insandı ama bu üzüntü onun birkaç yıl sonra ciddi şekilde hastalanarak mide kanamasından hayatını kaybetmesine neden oldu. 12 Eylül darbesi olmasaydı büyük ihtimalle bugün hâlâ yaşıyor olacaktı.. Onun gibi başkaları olduğuna da şüphe yok, yani “darbeyle hakkına el konulan” her siyasetçi 1987’de siyasete geri dönmedi. Şimdi rahmetli Abdi İpekçi’nin ailesi bile “Darbeden 1.5 yıl önce bu cinayet işlenerek darbe şartları olgunlaştırıldı. Toplum ‘anarşi dursun da ne olursa olsun’ noktasına getirildi” diyerek (sadece bu cinayet ve bu açıklama bile “darbe öncelerinde yaratılan anarşi ortamı”nı açıklıyor) davaya müdahil oluyorsa Süleyman Demirel’in de olması beklenirdi.
O olmasa da Kenan Evren’in milyonlarca mağduru olan bu darbeden mahkum edilmesi, idam cezalarının ve her şeyin hesabını vermesi tüm mağdurlar gibi benim de beklentimdir.
Bunları yazmayı, hayatı boyunca didindikten sonra “huzurlu bir emeklilik” fırsatı bile bulamadan kaybettiğim sevgili babacığıma borç biliyorum.
*****
Kadına şiddetin çözümünde umudu kaybettim!
Türkiye’de “kadına karşı şiddet” yıllardır tartışılıyor.. Toplantılar yapılıyor, güzel konuşmalar yapılıyor, her toplantının sonunda bir ümit doğuyor ama bugüne kadar alınmış somut ve kökten çözüm getirecek bir karar yok.
Hâlâ “karakollar daha anlayışlı ve dikkatli olacak, şiddet gösteren kocaya kelepçe takılacak” gibi Türkiye için fantezi sayılacak şartların sağlanması noktasındayız. Oysa bu ülkede kadın ve çocukların karşılaştığı olaylara artık “şiddet” demek bile imkansız, ya hunhar cinayetlerden veya hayatları karartan tecavüzlerden söz etmekteyiz.. Yaşananlar tam bir vahşettir ve buna “hiç konuşulmayan, ısrarla tek laf etmekten kaçınılan ensest (aile içi çocuk tecavüzü) de” dahildir.
BEBEK TECAVÜZLERİ BİLE ÇÖZÜME YÖNELTMEDİ
Hükümet üyeleri uluslararası toplantılarda konuştuklarında “kadın haklarına çok hassas olduklarını, gerekeni yaptıklarını” vurguluyorlar ve dinleyenler de bunun doğru olduğunu düşünüyor. Oysa uzun yıllardır medyada sık sık gördüğümüz en korkunç cinayetler bile gereken adımların atılmasını; örneğin “çocuk ve kadın tecavüzcüleri ile katillerinin uzun ve ağır hapis”le cezalandırılacağı yaptırımların getirilmesini sağlayamadı.
Yıllardır Türkiye’ye gelen yabancı kadın örgütleri buradaki durumu izleyip bir olumlu katkı sağlamadı, kendilerini anlatıp durdular.. Türkiye’deki kadın kuruluşlarına maddi katkı sağlayan AB “nasıl bir yol kat ettiniz, kadın cinayetleri ve çocuk (hatta bebek) tecavüzleri neden 21’inci yüzyılda azalacağına kat kat arttı” diye sormadı..
Bakan Fatma Şahin ilk göreve geldiğinde onun bu konuda farklılık yaratacağına inanmıştım ama maalesef bu kez de olamadığını gördük. Biz konuşurken ve “kadın ve çocuk haklarında tarafız” derken (ki imzaladığımız uluslararası anlaşmalar nedeniyle doğal olarak tarafız ve bunun hiçbir faydası olmadı), kim bilir kaç çocuk “canavarlar karşısında çaresiz ve korunmasız” olarak en iğrenç eylemlere boyun eğmek zorunda kalıyor, tüm hayatları mahvoluyor.
Kadın kuruluşlarının ve ilgili-sorumlu herkesin bu sorunları unutmuş görünmesinden, medyanın bile (sanki yasak varmış gibi) artık kadına vahşet olaylarına yer vermemeye başlamasından daha büyük üzüntü olamaz. Ben artık aynen yıllardır “Dünya Kadınlar Günü”nü kutlamadığım, buna hakkımız olmadığına inandığım gibi, davet edildiğim kadın toplantılarına da katılmıyorum. Meslek hayatıma başladığımdan beri devamlı yazdım ve konuştum, bugün hâlâ “20-25 yıl önceki noktada”yız, konuşup birbirimizi oyalamanın bir yararı olacağına inansam yine konuşurum ama hiç inanmıyorum.
Keşke yanılıyor olsaydım!
Yorum Gönder