Nurhan Atasoy ve Lale Uluç’tan dev bir eser:
Yıllar sonra, Nuruosmaniye Caddesi’ndeki eski Milliyet binasına gidecek olmak beni heyecanlandırmadı desem yalan olur! Gitmek zorundaydım çünkü birikimine ve çalışkanlığına hayran olduğum Nurhan Atasoy ile Lale Uluç’un ortak çalışması “Osmanlı Kültürünün Avrupa’daki Yansımaları: 1453-1699” adlı dev eserin tanıtımı buradaki “Armaggan”da yapılacaktı.
Korktuğum başıma gelmedi. Eski Milliyet binası yerine yükselen müthiş görkemli, her katında Türk-Osmanlı etkilerini çağdaş estetikle buluşturan ürünlerin satışına yer veren, bir katında sanat galerisi, son katında enfes bir lokanta barındıran bu mekânda, gazete izine rastlamak imkânsızdı. Eski yapıdan sadece mimar Maruf Önal’ın o güzelim spiral merdiveni muhafaza edilmişti. Burnumun direği azıcık sızladı… Ve kendimi derhal konferans salonuna attım.
Görsel ve zihinsel bir şölen
Prof. Dr. Nurhan Atasoy ve Dr. Lale Uluç’un “Osmanlı Kültürünün Avrupa’daki Yansımaları: 1453-1699” kitabı, 14 Avrupa ülkesinde 6 yılı aşkın süreyle yapılan araştırmanın sonuçlarını içeriyor. İki uzman adeta iğneyle kuyu kazmışlar. Müze depoları, koleksiyonlar, arşivler, belgeler, yayınlar, yeniden elden geçerken, farklı dillerden çevirmenler hizmete koşmuş...
Erken modern dönem Avrupa’sında yoğunlaşan politik, diplomatik ve ticari ilişkilerle, Avrupa’ya ulaşan Osmanlı maddi kültürünün yansımalarını konu alıyor. Kitap Eflak, Boğdan, Erdel (Transilvanya) gibi Osmanlı’ya bağlı özerk prenslikleri de kapsıyor, ancak Avrupa’daki Osmanlı hukuk sistemine tabi olan fethedilmiş toprakları kapsamıyor…
Turkish Cultural Foundation’ın (Türk Kültür Vakfı) katkılarıyla Armaggan Yayınları tarafından yayımlandı; İngilizce ve Türkçe baskıları eşzamanlı yapıldı.
Vakıf Başkanı Yalçın Ayaslı’nın deyişiyle tam bir “görsel ve zihinsel şölen”.
Bu şölen, sayfalar boyu 400 fotoğrafla taçlanıyor.
Lady’nin mendilleri; şövalyenin miğferi
İstanbul’un fethi 1453 ile son Viyana kuşatmasının ardından Osmanlı’nın Avrupa devletlerinin gözünde artık yenilebilir olduğu Karlofça Antlaşması (1699) arasındaki dönemdeyiz… Yazarlar bu dönemde, Hıristiyan Batı’nın gözünde Müslüman Osmanlı’nın ötekileştirildiğini, korkulan düşman bellendiğini belirterek ama yine de ticaretin sürdürüldüğünün, saygı ve hayranlık duyulduğunun altını çiziyor.
İşte o saygı ve hayranlıktır ki, Transilvanya ya da Macar lady’lerin, Fransız düşeslerin ellerine “Türk işi”- “ Türk nakışı” mediller; şövalyelerin başlarına Osmanlı miğferi yakıştırıyor. İngiliz ya da İtalyan asilleri, en ünlü tablolarında Türk halısını mutlak kullanır oluyor. Papalar, krallar, prensler arabesk motifli giysilerle resmediliyor. Batılı soylular birbirine armağan vermeye gelince seçimlerini Osmanlı çizgilerinden ve eşyalarından yana yapıyor.
Kumaşlar, işlemeler, halılar, çiniler, mücevherler, silahlar, miğferler, müzik aletleri, kitap ciltleri, ahşap işleri… Çiçek, bitki, hilal simgesi, arabesk motifler… İlginç olan, bunlar sadece Doğu’dan Batı’ya gitmiş işler değil… Bunlardan, Osmanlı modellerinden esinlenerek Batı, kendi üretimini de yapmış… Örnekleri sonsuz…
İngiltere’de ve Portekiz’de 16. yüzyılda üretilmiş “Uşak halıları” enfes… İsveç’in güneyinde Jamtland’da Marby Kilisesi’nde gün ışığına çıkarılan ejder ve Zümrüdü Anka kuşu motifli halı (ki Avrupa’da bulunan hayvan motifli iki Anadolu halısından biriymiş) görülecek bir şey…
Yazarlara göre, Osmanlı’nın gerileme dönemiyle birlikte Batı’nın algısından “hayranlık” yok olacak, yerini “yaygın aşağılama” alacaktır. Daha sonra 18. yüzyıldaki “Turquerie” akımı ise gerçeklerden çok Batılının hayallerini süsleyen “egzotik Doğu”dan kaynaklanacaktır. İkisi arasında İngiliz elçisi Sir John Finch’in (öl. 1682) şu sözü var: “Zenginlik için Hindistan’a, eğitim için Avrupa’ya gidilir. Ama imparatorluk şaşaası görebilmek için ancak Osmanlı İmparatorluğu’na gidilebilir.”
Keşke, keşke şaşaa ile yetinmeselerdi demek geliyor insanın içinden.
Bu dev esere emeği geçenleri kutluyorum.
Yorum Gönder